16.Yüzyılın başlarında Niğde’nin Ulukışla ilçesinde, sadrazam Mehmet paşa tarafından yaptırılan bir kervansaray…
Öküz, sadrazamın kendi lakabı mıdır, yoksa başka bir Mehmet’e mi naziredir, hala muamma olduğu söyleniyor. Bu öyle bir muammadır ki vaktiyle Venedikli bir tüccarın kuzeye bakan tek misafir odasında sırra kadem bastığını ve bir daha ortaya çıkmadığı yazılmıştır. Kervansarayda, bir camii, iki fırın, bir ahır, 22 dükkân ve 11 konuk odası mevcuttur. . .
Şimdi gelelim bu kervansarayın önemine…
Kuşkusuz kervansaray’ı önemli kılan tarihi bir yapı oluşu kadar bu binanın barındırdığı hatıralardır. Faruk Nafiz ÇAMLIBEL, Han Duvarları şiirini, Kayseri’den Ulukışla’ya yaptığı 3 gün 4 gecelik yolculukta yazıyor.Bu anıları biz bilmiyoruz ancak şair Faruk nafiz Çamlıbel bu hanla ilgili olarak pek tanınmış ve kitabına da adını verdiği “Han Duvarları” isimli şiirinde bizlere bilgiler de vermektedir.
Ağır ağır önümden geçti deve kervanı, Bir kenarda göründü beldenin viran hanı. Alaca bir karanlık sarmadayken her yeri Atlarımız çözüldü, girdik handan içeri.
Hanın viran olduğunu bu mısralardan anlıyoruz. Viran olduğu kadar duvarların üzerindeki yazılar, insanların kederleri yüzlerindeki çizgilere yansır ve bu çizgiler şair’in gözünde adeta bir hat yazısı uyandırır.
Han Duvarları, iyi bir gözlem ve tasvire dayalı başarılı, kafiyeli manzum bir şiirdir. Şiirle ilgili bir yerde bu şiirin görülmeden gözlemlenmeden yazıldığını okumuştum. Bu teze şair sanki o karanlık geceden, lambanın isli aydınlığından cevap vermektedir:
"On yıl ayrıyım kınadağı'ndan Baba ocağından yar kucağından Bir çiçek dermeden sevgi bağından Huduttan hududa atılmışım ben" Altında da bir tarih. sekiz mart otuz yedi... Gözüm imza yerinde başka ad görmedi
Bu mısraları okurken hafızam beni bu kez bir şaire değil ama tanınmış bir hikâyemize götürüyor: Reşat Nuri Güntekin… Yazar, Kayseri’den Niğde’ye arayatıyla giderken yolculuk sırasında Andaval ile anlatılan hikâyeleri dinlemiş ve Anadolu Notları” kitabında yazmıştır.
Sözü fazla uzatmayalım 141 mısradan teşkil eden 1924(*) yazılan; o dönemin yoksul dünyasının anlatıldığı, şiirin biçim ve şekil özellikleri bakımından iyi yazılmış, “Han Duvarları” isimli bu güzel şiiri birlikte okuyalım:
yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç sakladı bir dakika araba yerinde durakladı neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar, gözlerimin önünden geçti kervansaraylar... gidiyorum, gurbeti gönlümle duya duya, ulukışla yolundan orta anadolu'ya ilk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık! yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık, gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı... arkada zincirlenen yüksek toros dağları, önde uzun bir kışın soldurduğu etekler, sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler... ellerim takılırken rüzgarların saçına asıldı arabamız bir dağın yamacına, her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık, yalnız arabacının dudağında bir ıslık bu ıslakla uzayan, dönen kıvrılan yollar, uykuya varmış gibi görünen yılan yollar. başını kaldırarak boşluğu dinliyordu. gökler bulutlanıyor, rüzgâr serinliyordu. serpilmeye başladı bir rüzgâr ince ince, son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine yol, hep yol, daima yol... bitmiyor düzlük yine. ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali sonunda ademdir diyor insana yolun hali, arasıra geçiyor bir atlı, iki yayan bozuk düzen taşların üstünde tıkırdayan tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor, uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor... kendimi kaptırarak tekerleğin sesine uzanmış kalmışım yaylının şiltesine. bir sarsıntı... uyandım uzun süren uykudan; geçiyordu araba yola benzer bir sudan karşıda hisar gibi niğde yükseliyordu, sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu; agır agır önümden geçti deve kervanı, bir kenarda göründü beldenin viran hanı. alaca bir karanlık sarmadayken her yeri atlarımız çözüldü, girdik handan içeri. bir deva bulmak için bağrındaki yaraya toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya. bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı, bir pırıltı gördü mü gözler hemen dalıyor, göğüsler çekilerek nefesler daralıyor, şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı heryüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı, gitgide birer ayet gibi derinleştiler yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki çizgiler... yatağımın yanında esmer bir duvar vardı, üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı; fani bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler, aygın baygın maniler, açık saçık resimler... uykuya varmak için bu hazin günde, erken, kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı; bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı ben garip çizgilere uğraşırken başbaşa raslamıştım duvarda bir şair arkadaşa; "on yıl ayrıyım kınadağı'ndan baba ocağından yar kucağından bir çiçek dermeden sevgi bağından huduttan hududa atılmışım ben" altında da bir tarih. sekiz mart otuz yedi... gözüm imza yerinde başka ad görmedi artık bahtın açıktır, uzun etme arkadaş! ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş; araya gitti diye içlenme baharına, huduttan götürdüğün şan yetişir yarına! ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk soğuk bir mart sabahı... buz tutuyor her soluk ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri bulutların ardında gün yanmadan sönüyor, höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor... yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar, bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar biz bu sonsuz yollarda varıyoz, gitgide, iki dağ ortasında boğulan bir geçide sıkı bir poyraz beni titretirken içimden geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden ardımda kalan yerler anlaşırken baharla önümüzdeki arazi örtülü şimdi karla
bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu burada son fırtına son dalı kırıyordu yaylımız tükenirken yolları aynı hızla savrulmaya başladı karlar etrafımızda karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü; kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü... gönlümde can verirken köye varmak emeli arabacı haykırdı "işte araplıbeli!" tanrı yardımcı olsun gayrı yolda kalana biz menzile vararak atları çektik hana. bizden evvel buraya inen üç dört arkadaş kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş çıtırdayan çalılar dört cana can katıyor kimi haydut kimi kurt masalı anlatıyor gözlerime çökerken ağır uyku sisleri çiçekliyor duvarı ocağın akisleri bu akisle duvarda çizgiler beliriyor, kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor: "gönlümü çekse de yarin hayali asmaya kudretim yetmez cibali yolcuyum bir kuru yaprak misali rüzgarın önüne katılmışım ben" sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı güneşli bir havada yaylımız yola çıktı bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde uzun bir yolculuktan sonra incesu'daydık bir han yorgun argın tatlı bir uykudaydık gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım! "garibim namıma kerem diyorlar aslı'mı el almış haram diyorlar hastayım derdime verem diyorlar maraşlı şeyhoğlu satılmış'ım ben" bir kitabe kokusu duyuluyor yazında korkarım yaya kaldın bu gurbet çıkmazında ey maraşlı şeyhoğlu, evliyalar adağı! bahtına lanet olsun aşmadıysan bu dağı! az değildir, varmadan senin gibi yurduna, post verenler yabanın hayduduna kurduna! arabamız tutarken erciyes'in yolunu, "hancı, dedim, bildin mi maraşlı şeyhoğlu'nu?" gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende, dedi: "hana sağ indi ölü çıktı geçende!" yaşaran gözlerimde her sey artık değişti bizim garip şeyhoğlu buradan geçmemişti... gönlümü maraşlı'nın yaktı kara haberi. aradan yıllar geçti, işte o günden beri ne zaman yolda bir han raslasam irkilirim, çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim ey köyleri hududa bağlayan yaslı yollar dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar! ey garip çizgilerle dolu han duvarları, ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!..
Faruk Nafiz ÇAMLIBEL
Şiirde “Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış” diye geçen aslında Faruk Nafiz ÇAMLIBEL’in kendisi. Bu dörtlükler de şairin kendisine ait(1)
İşin garip tarafı Faruk Nafiz’in o imkânsız ve güçlüklerin yaşandığı tarihe böyle güzel bir şiirle not düşerken bu işin bir de sömürüsünü yapmakta bir beis görmeyen “öykücü” bir şair’de var!
Bu şair Aziz Nesin’dir.
Aziz Nesin’in “Azizname”sinde yer alan
Faruk Nafiz'e nazire olsun diye yazilan bir başka günümüze ışınlandırılmış bir han duvarlari var. İşte o şiir:uyuz esek anirdi, mesin kirbaç sakladi,tam dokuz yil araba yerinde durakladi. aç susuz insanlarla hep dikildi saraylar,kirilmiyor bir türlü koltukta pasli yaylar.gidiyordum açligi midemde duya duya,gecekondu evlerden su meshur ankara'ya.yolculugun elemi içimde bir hiçkirik,yürümüyor araba teknenin kiçi kirik.sitma, frengi, verem... çiplak insanlar sari,arkada zincirlenmis bütün insan daglari.önde asalet akan hint kumasi etekler,bu etegi öpecek hep köpoglu köpekler.uyuz itler havladi, mesin kirbaç sakladi,tam dokuz yil araba yerinde durakladi. bir sarsinti... uyandim uzun süren uykudan,nutuk verirmis biri, meger havadan sudan...tam dokuz yil araba bilmem nasil dayandi, birdenbire duvarda söyle dört misra yandi: hakkim yok almaga biktim hep ver'denkovdular nedense hep gittigim yedenbir imza almadan dairelerdenmasadan masaya atilmisim benaçliga, susuzluga tam dokuz yil dayandim,basucumda gördügüm su satirlara yandim: garibim namima illet diyorlar,yok seker, bahali yag, et diyorlar,istesem yiyecek diyet diyorlarüç buçuk dolara satilmisim bensana kimler acisin haline senin yazik, yetismez mi bunca yil yedigin bunca kazik?az degil senin gibi gidiveren tantuna"post verenler yabanin hayduduna kurduna""ey garip çizgilerle dolu han duvarlari!"daha çok güdecektir bir çoban davarlari
Yazar Muhterem Yüceyılmaz’ın Ömer Öner’e bu şiirle ilgili yapılan bir çalışma nedeniyle gönderdiği mektuptan bir bölüm yayınlıyoruz:
“Faruk Nafiz merhum, bu yolculuğu yapmamış olsa derleyip toplayamazdı bu mısraları. Ve son iki mısrada açıkladığı gibi, han duvarına bakmak kafiydi suskun duvarların çizgilerini okuyabilmek için. Duyarlılığın bu derecesine sahip şaire Allah'tan ganî ganî rahmet diliyorum. Düzeltiyorum, şairin hasına Allahtan rahmet. Ölüm döşeğindeyken bile en yakın duvara çiziktirilen bir iki mısra'yı sonradan gelecek olan aynı yolun yolcuları bulurlar elbette. Ama hasretle yola düşenlerin han, otel veya bir akraba evindeki uykusuz zamanlarını tahayyül etmek, bu uğurda böbreğinden, safra kesesinden, ne bileyim, bir gözünden olmuşların hatırasına ne katabilir? Şiir olmasa geriye ne kalır?İşte sesin, sözün büyüsü!”(2)
1- “H A N D U V A R L A R I” ŞİİR KİTABI İNCELEMESİ: Yusuf PEKTAŞ–2005 - Atlas Kitabevi- İstanbul, 1996
2- www.sanatalemi.net/KoseYazilari.* Şiirin 1924’te yazıldığı söylense de şair şiirinde 1937 yılını göstermektedir