6 Ocak 2012 Cuma

ŞİİR DİNLETİSİ VE ŞAİRLER

Ülkenin birçok yerinde şiir şölenleri veya şiir dinletileri düzenleniyor. Özellikle Orta Anadolu’da şair ve yazarların bir araya gelerek kültürel etkinliklerde bulunması güzel buluşmalardır. Bugüne değin Ankara, Kayseri, Çorum, Kahramanmaraş, Erzurum, Elazığ, Osmaniye, Tokat, Balıkesir, Trabzon, Sivas, Ordu şiir günleri düzenlendi. Bu şiir günleri veya şölenleri bazı şehirlerde sona erdi bazılarında ise devam ediyor.

Kent ve medeniyet düşünüldüğünde yazarların, sanatçıların, şairlerin böylesi etkinliklerde buluşmasının az çok mutlak biri etki bırakacağı kanaatını taşıyorum. Ancak bazı kentlerde bu buluşmalar genellikle de birkaç emektarın gayretiyle olduğundan maalesef akim kalmaktadır. Her şeye rağmen canla başla şiir şölenlerini devam ettirme sürekliliğini gösteren emektarların da hakkı verilmeli ve devlet sahip çıkmasa da yerel yönetimler bu gibi organizelerde olmalıdırlar.

Söz uçar yazı kalır, bu saikle bir iki şiir okumak için saatlerce yol kateden şairler şiir severlerle buluşuyorlar. Şiir okumalarını; şairlerin buluşmaları, kaynaşmaları, dayanışma içinde bulunmaları ve bulundukları mekânlarda kültürel bir canlılığın oluşmasına katkıda bulunmaları nedeniyle olumlu ve faydalı buluyorum. Ancak, bu buluşmaların olumsuz yanları yok mu elbette var. Yazar ve şairler arasında “körler sağırlar birbirlerini ağırlar” türünden yakınma ve eleştirileri de dikkate almak gerekiyor. Yerel şiir dinletileri özellikle genç şairlerin kendi rüştlerini ispat etme noktasında önemli bir imkândır. Ancak şiirlerin niteliği kadar şiir okumanın ustalığının da gösterilesi elzemdir. Nitelik ve estetik sanatın varlığını oluşturur. Bu bakımdan dinletilerde yerelden ulusala uzanan şairler tercih edilmeli ve dinletilerde okunacak veya yorumlanacak şiirler konusunda hassas olunmalıdır. Şiir dinletileriyle ilgile en önemli hususlar ise şaire, şiire ve dinleyicilere olan katkıları düşünülebilir. Eğer bu etkinlikler yapıldığında iyi bir duygu ve düşünce bırakmıyorsa, şaire ve Türk şiirinin gelişme sürecine katkıda bulunmuyorsa bu tür buluşmaların pek bir faydası da olmaz.

Şiir dinletilerini irdelemek gerekirse önce şairleri anlamak zorundayız. Şiir severlerin, şairlerin tamamını tanımalarını ve anlamalarını düşünmek pek mümkün olmasa da böyle bir durum kuşkusuz şair ve şiirle ilgili bir soruşturmanın derinliğini ortaya çıkarır. Şairi tanımanın şiiri tanımak olduğu düşünülebilir. Bir şairi tam olarak bilmek mümkün olmasa da o şairle ilgili bir kanaate sahip olunabilir. Şair kürsüye çıkıp şiirini okuduğunda “ne de güzel okudu” demek kafada, şair ve şiirle ilgili istifhamları yok etmez. Şairin yazdığı ve okudu şiirle topluma ne verdiği de önemlidir. Ancak şairler sanatlarında farklılıkları ortaya çıkardıklarından ve yerine göre mücerret bir şiir okuduklarında okuyucu bu şiirden ne anlayacaktır. Yani başka bir ifadeyle şiirde dil, üslup, seviye şairle kari arasında kopuklukların yaşanmasına de neden olabilir. Bir yazar topluma hitap ederken toplumun seviyesine göre düşüncelerini aktarır. Çünkü yazarın amacı kitlelere seslenmek kadar kitleleri bilgilendirmektir de. Ancak şairin böyle bir amacı var mıdır? Şair gönlünden akan her şeyi bariz bir halde şiir severlerle paylaşmak durumunda olmayabilir. Şairin özeli şiirin gizliliği demektir mahrumiyet demektir. Şiirdeki müphemiyet kadar açıklık da olmalıdır. Yani her iki durumda şairle okuyucu veya dinleyici arasında bir kopukluk da kaçınılmaz olabilecektir. Toplumun seviyesine göre şiirler okumak his, heyecan ve coşkunun yükselişini ortaya çıkarsa da şiirdeki ekol, bağımsız, bağlantısız yön ve yönler açısından bir tezat oluşturabilir. Ekol deyince benzeme ve taklit açısından okunan şiirler şiirin membaı hususunda şiirin niceliğini de akla getirmektedir.

Şairlerin şiir severlerle buluşmasını önemsiyorum. Şiir severlerin şairleri anlamada, şiirlerin ifade ettiği anlamları idrak etmede; insan ve toplum sorunları ve medeniyetlerin teşekkülünde şairlerin dillerinden çıkan dizelerin ”sihirli bir ok” olduğu gerçeği unutulmamalıdır.

BİZİM ŞAİRLERİMİZ

Gözler kalbin aynası, yüzler bedenin ruhudur, içteki mana dışa yansır. İyi, güzel, kötü ve çirkin de öyle… Hal böyleyken bazı şeyler uyuşmuyor, örtüşmüyor. Bir yazardan veya şairden söz açmak gerekirse; uzun uzadıya yazılar yazılıyor, analizler yapılıyor sanatçının veya sanatçıların kendileriyle ve eserleriyle alakalı olarak. İyi hoş da yine de bazı uyuşmazlıklar ortaya çıkıyor. Örnek vermek gerekirse bir şairle ilgili olarak bazı değerlendirmelerde bulunulduktan sonra deniliyor ki “şiir ve hayatla geçen bir yolculuk..” Şairin eserlerinde geniş yer tutan gelenek ve tasavvufa geliyor söz, ardından da felsefeye. Sonra… Sonra da efendim bu şahsiyetlerin entelektüel yanlarına, dostlarına, dostluklarına, insancıllıklarına vs. Elbette her şahısta olduğu gibi sanatçılarda da özel bir yan vardır. Yazarların, şairlerin, sanatçıların özellerine bir diyeceğimiz yok. Ancak çoğu zaman kişilerin sanatlarından ziyade özel taraflarının öne çıktığı olabiliyor. Doğru veya yanlış bir sanatçı zirveye çıktığı anda her yanı didik didik edilir. Sanatçılar, karilerin gönüllerine güzel, etkili sözlerle, dizelerle, yerinde çıkışlarla taht kuruyorlar. Bu biraz da anlayış, düşünce yapısına göre de değişiyor. Karşı tarafta olanlar da bu durum aksi bir düşünce ve tesirler meydana getiriyor. Fikirler ayrı, anlayışlar ayrı, inançlardaki farklılıklar böyle bir ters köşe durumlarını ortaya çıkarıyor.

Şairler toplumun önemli dinamikleridir. Bu dinamikler kendini birden göstermez. Peyder pey, zaman zaman şairlerin nefeslerindeki güç ortaya bakarsınız hiç beklenmedik bir anda çıkar. Türkiye’nin aydın potreleri, yaşamın önemli durakları, düşünce dünyasının belirgin özellikleri zihinlerde bazen bir kısa dizeyle kendisini gösterir. Kent ve medeniyetin oluşumunda siyasi icraat ve mirasların, kültür adamlarının bir etkisi olduğundan hareketle sanatçıların etkileri de tartışılabilir. Bizde böyle ciddi manada tartışmalar olup olmadığını görebilmek için önce biz de münekkit var mı, ülkemizde eleştirmenler yetişiyor mu diye bir bakmak lazım. Henüz tam bir okuma hastalığına tutulamadığımız için basılan kitapların çoğu yıllarca kitap evlerinin raflarında tozlanıyor. İyi şiirler kendini dinletir, iyi kitaplar da kendini okutur. Medyanın okutturmaya çalıştığı kitapların kökenine inildiğinde münekkitlerin yokluğu nedeniyle hem yazar hem de okuyucu olumsuz bir kültürel erozyonuna tutuluyor. Yukarıda bazı şairlerin tasavvuf ve felsefe üzerine kültürel birikimleri soluduklarından söz etmeye çalıştık. Şaire bakıyorsunuz durduğu yer kesinlikle olması gerektiği yer değil. Yani tam bir tezat teşkil ediyor ama entelektüel bir hal içinde mısralarında veya yazılarında ciddi bir kültürel yön bulunduğunun hakkını da vermeliyiz. Ancak ülkemizin hali malumdur her fikrin ortamında Söylemek istediğinizi söyleyemiyorsunuz. Cesur olmak da yerine göre bir anlam ifade etmiyor. Siz bir şeyleri didiklemeye başladığınızda karşınızda çağdaş adamları görüyorsunuz. Bir tarafta düşünce suçlarına karşı aykırı eylemler diğer tarafta karşısında aynı düşünce suçuyla bir bardak suda koparılmaya çalışılan fırtınalar. Böyle bir ortamda tasavvufu dizelerine sokan ancak hayatında bu derin ulvi mevzuunun manasını tatmadan, yaşamadan kalem oynatmak tam bir tutarsızlık örneğidir.

Kabul etmeliyiz ki Şairlerimizin sorunları da vardır. Bu sanatı icra etmek kolay değildir; her babayiğidin harcı da değildir. Günümüz şairlerine baktığımızda hangi şair toplumun ezilen, yok edilen değerlerine karşı bir isyan bayrağı çekiyor, hangi şanlı bir mücadeleyi veriyor? Dünün Necip Fazılları, Osman Yükselleri nerede? Şair hassasiyetinin olmadığı bir yerde sadece his, heyecan ve dinamizmi gösteren mısralarla şiir yazmanın coşkusu sanırız günübirlik bir duygular yumağını bizlere gösterebilir. Kaldı ki kalıcı şiirler tarihe malolan şiirlerdir. Bir tablodaki değer yıllar sonra ortaya çıkıyor ve değerinden bir şey kaybetmemesine karşılık daha da değerli olabiliyorsa şair ve şiirde de bu durumu şairin şair, şiirinde şiir olmasına bağlanabilir.

Şairler her dönemde toplumun en yüce sesidirler. Onların çıkışları toplumu etkileyecektir kuşkusuz. Ancak sanatın toplumu değiştirmeye gücünün ne kadar var veya yettiği de tartışılabilir.

Nobel ödüllü yazar Gao Xingijan, “Şair en büyük kaçış kahramanıdır ve çelişkili olarak kalıcı olan da onun sözcükleridir” diyor. Gao, şairlerle ilgili sanırız bir gerçeği gözler önüne seriyor olmalıdır.

Bizde her önüne gelen kendini sair hissetme gibi bir durumda kendini görüyor. Kabul etmeli ki ülkemizdeki şairleri toplasanız özgün, özgür şiirler yazan ve arkasından gelen çıraklara yol açan, yol gösterenlerin sayısı bir elin beş parmağını geçmez. Şairler taklitten maade yeni bir şeyler söylemelidir. Bir başkasının yazdığının benzerini yazmak marifet değildir. Şiirde yeni, farklı söylemlerle zihinleri açmalı ve yürekleri kanatlandırmalıdır.

9 Mart 2010 Salı

GÜLBABA ÇİZGİ ROMAN YENİDEN!


Yazar-Ressam ve Gazeteci Osman Aytekin’in 2009 yılında 1,baskısı yapılan GÜLBABA VE IV. MURAT isimli çizgi romanın bu kez renkli baskısı yapıldı.
Niğde Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü tarafından Ocak 2010’da yayınlanan kitabın önsözünde İl Kültür ve Turizm Müdürü Mehmet Öncel Koç, “Anadolu’da nice Mevlanalar,Yunuslar,Hacı Bektaşı Veliler,Pir Sultan Abdal’lar yetişmiştir” diyor ve kitabının öyküsünü özetliyor: “Gülbaba büyük Türk padişahı IV Murat’ın Bağdat seferi sırasında Niğde’den geçerken kış ortasında göğsünden taze bir gül çıkarıp padişaha vermiş olması onun bilgeliğini ortaya koymaktadır.”
Kitabın çizeri Osman Aytekin çizgi romanla ilgili olarak: “Niğde’nin manevi mimarlarından Gülbaba ve IV Murat’ı özellikle çocuklara tanıtmak ve sevdirmek adına ilk kez böyle bir çalışma içinde bulunduğunu” belirterek, “Niğde’nin hem tarihi mekanları hem de insanlarımızın manevi dünyasına yönelenmiş mübarek şahsiyetler bulunmaktadır.Gayemiz bu değerlerin bilinmesi ve unutulmamasıdır” dedi.

14 Mayıs 2008 Çarşamba

Âşık ve bilge

Abdurrahim Karakoç, aşkın tarifinin yapılamayacağını söylediği gibi geçmişte kalan aşkı için de “aşk kâğıda yazılmıyor” diyerek aşkı bir bakıma aşkın zor bir yanını ifade etmiş olmaktadır. Aşağıda ki kıssada da aşkın boyutlarını bir bakıma tarif eden bir bilge ile karşı karşıyayız. Beşeri ve ilahi aşkın boyutlarını bakın bilge nasıl ifade etmiş:
“Aşkı merak eden kadın Bilgeye yaklaşır ve sorar:
Sevgili Bilge aşk nedir?
Bilge cevaplar:
"Aşk, evrende uçmaktır. Şartlar ne olursa olsun karşı çıkıp direnmektir. Engelleri ısrarla aşmaktır ve inadına yoluna devam etmektir. Mutluluğa giden yoldur AŞK. Aşk, cennetin anahtarıdır. Var olan bütün alışkanlıkları geride bırakmaktır. İrade ve mantığın bittiği yerdedir. Vakti geldiğinde göçmen kuşlar gibi uçmaktır Acı veren mutluluktur AŞK. Yaratıcıdır, yoktan var edendir. Aklın savaşamadığı şeydir AŞK."
Bilgenin bu sözleri kadını çok etkilemiştir. Kadın Bilgeye derki:
"Sevgili Bilge demek ki ben bu zamana kadar hep âşık olduğumu sanmışım ama yanılmışım.
Sizin aşk anlayışınız çok farklıymış``
Bilge gülerek cevaplar:
“Güzel bayan, bastırılmış duyguları ve arzuları aşk ile karıştırma! Bedenlerin aynı çatı altında yaşaması aşk değil bir ihtiyaçtır. Aşk ruhların sonsuza kadar birleşmesidir.
Ayrılık söz konusu değildir. İnsanoğlu bir takım dürtülerin adına aşk diyor. Aşk hayvanlara özgü bir şey değildir. Dürtülerin adı aşk olsaydı maymunlar şair, eşekler ozan olurdu”
Âşık kadın güler ve Bilgede gülmeye başlar. Kadın Bilgeye âşık olmuştur. Bir süre sonra âşık kadın hüzünlenir. Bilge merak eder ve sorar:
“Güzel bayan neden hüzünlendiniz? Güzel yüzünüze hüzün yakışmıyor”
Âşık kadın cevaplar:
``Galiba ben size âşık oldum``
Uzun bir zamandır kadına platonik aşk duyan Bilge âşık kadına derki:
“Nihayet beni fark ettiniz. Size olan ölümsüz aşkımı anlatamam”
Kadın yine hüzünlenerek Bilgeye derki:
“Ama aramızda engeller var. Aşkım ruhlarımız nasıl sonsuza kadar birleşebilir ki?”
Bilge cevaplar:
“Ruhlarımızın sonsuza kadar birleşmesi için Allah’tan ölümü dileyin. İkimiz birden dileyelim ki, kabul etsin yaradan.”
Âşık kadın Bilgeye bakar ve aşkın vermiş olduğu heyecanla gülümseyerek oradan uzaklaşır.
Bilge ise her zaman yaptığı gibi Dünya ile ilişkisini kesip, başını önüne eğip düşünmeye başlar.”
Yüreğimizdeki tutkuların güçlü olması da bundandır. Aşkın yüceliğindendir, büyüklüğündendir. Bu nedenledir ki Bilge’de acıda mutluluğu bulmak kadar aşkın savaşamadığı şeydir diyerek bir yürek genişliğini, bir yürek cesaretini bir yürek medeniyetini tarif eyler. Hakikatte bir kısım dürtülerin aşk olarak tavsif edilmesi de bir bakıma aşkın mahiyetini ifade etmektedir.
Gerçek aşkı yine bilge işaretinde görelim; ruhların sonsuza kadar birleşmesi için ölmek!
Sözün özü; aşk, ölümde ölümsüzlüktür!

28 Ocak 2008 Pazartesi

ŞİİRE DAİR

Her sanatçı ve yazarın olduğu gibi şairin de bir üslubu vardır. Üslubun ortaya çıkışında kullanılan kelimeler önemli rol oynar. Şiirin ölçüsünde, yapısında kuyumcu titizliğinde olunması şairin üslubunda kendini daha iyi hissettirecektir.
Nesire göre şiir kanaatimce daha zor bir iştir, büyük gayret ister, emek ister. Şiiri biraz da karikatüre benzetirim; az çizgiyle çok şey anlatmak, bunu yaparken de nitelikli olmak gerekir. Şiir nesir intibaından kurtulduğu veya benzemedi an şiir olur; şiirin, şiir olması elbette bir tek nedene bağlanamaz. Ancak düzyazı biçimindeki durum şiirin yapısını bozar.
Şiir de tekrar (nakarat) da (her tekrar değil) şiiri bozabilir. Burada şiirin yapısıyla ilgili olarak bir şeyler ifade etmeye başladığımızda şiirin tarifi dolayısıyla karşımıza çıkabilir, bunu düşünebilirsiniz. Şiirin tarifini şairler kendilerine göre yapsalar da yine kendileri şiirin de bir roman veya resim gibi vs. yapılamayacağı görüşündeler. O zaman şiirin kalıbı, yapısı, örgüsü, kafiyesi, redifi gibi unsurları karşımıza çıkıyor. Hal böyle olunca isteyen istediği gibi yazıyor. Bunu çoğu şairlerde gözlemledim. Şiirin kuralları dışına çıkmakla da şiirin dışına çıkılmış olunmayabilir; aslolan burada şiiri en güzel bir şekilde yazabilmektir. Bunun için de yerinde ve güzel bir şekilde kelimeler yerli yerine oturabilmelidir. Bir insan şiiri okurken yerine göre zevk almalı, yerine göre coşmalı, yerine göre hüzünlenmelidir. Şiirin anlatımdaki gücü şairine bağlıdır. Şair, ele aldığı konuyu iyi anlatabildiği ölçüde başarılı olur. Türk edebiyatındaki başarısızlık Türk şiiri için de geçerlidir. Türk insanını yeterince anlatamayan bir romanın başarılı olabilmesi mümkün değildir. Bu husus şiir için de geçerlidir. Ancak ele alınan şeyi anlatabilmek kadar özgünlüğü de söz konusudur. Günümüz şiirine baktığımızda Türk şiirinin bir moda ile karşı karşıya kaldığını görüyoruz. Taklidi aşamayan şiir belki anlatır ama sanat açısından gerçek manada amacına ulaşamaz. Bunun için ekol olmuş şairler iyice incelenmeli. Bu şairleri yıllar geçmesine rağmen kalıcı yapan unsurlar irdelenmelidir. Tanzimat’tan bu yana şairler gerek kendilerini ifade etmede ve gerekse o zamanın şiirlerine dolayısıyla şairlerine karşı yeni akımlar geliştirmişlerdir. Bugün içinde mutlaka bir akım veya ekol içinde olmaktan ziyade bilinenin dışında oldukça farklı şiirler yazılabilmelidir. Şiir kendini ne kadar farklı ve orijinal sunabilirse o nispette başarılı olur. Bu başarıda mutlak hakikati aramanın da şaire ve şiirine mutlak ölçüde katkısı olacaktır. İnsan acıyı da sevinci de zaman içinde yaşar. Şair de bunu mısralarında yaşatır; her okuyanı da alıp başka başka yerlere götürmelidir. Her insan bir şiir de kendince bir şeyler bulmalı, kendine ait bir şeyler görmelidir. Şiir okuyan veya sevenler o şiir de kendini yaşamalıdır.
Şiirin dili, pürüzsüz ve sade olmalıdır, kendini rahat okutmalıdır; adresini tam bulmalıdır. Şiiri okumaya başlayıp da bir yerde takılmaya başladığınız da o şiir ne kadar güzel olursa olsun size bir şey veremez. Eğer, şiir kendini okutamıyorsa böyle bir şiirden söz etmenin abesle iştigali ortada demektir. Şiirin insana verdiği rahatlık da şiir de bulunması gereken iç musikinin de tesiri vardır. Şair Lale Müldür:”şiir harika bir terapidir”diyor. Bu söz şiirin insan üzerindeki etkisini belirtmeye kâfidir sanırım. Şiirin okunması ile ilgili olarak şiirin okuma zamanından da söz etmek gerek. Şiir bir sanat, dolayısı ile bunu sıradan ve basit bir tür olarak da görmemek gerektiği düşüncesindeyim. İnsan kendini şiir okumaya hazırlamalıdır, bunu hissetmelidir.
Edebiyat dünyası için ciddi bir tehlike olarak, adeta bir virüs gibi saran, kuşatan popülizm ne yazık ki Türk şiirine de sirayet etmiş görünüyor. Kanaatime göre sanat popülizm adına icra edilmemelidir. Ama ne çare ki tiraj kaygısı ve reklam ihtirası maalesef sanata zarar verecek; nitelikli eserlerin çoğalmasını önleyemese de bir kısım eserleri gölgede bırakacaktır.

ŞİİR SOHBETLERİ

Aşağıdaki şiir sohbeti sanal âlemde gerçekleşmiş olup; şair Mehmet Ali TALAYHAN'ın, Osman AYTEKİN'in şiirleri ile ilgili yaptığı yorumları kapsamaktadır.
************
Şair olmak ayrı şey… Kelimelerle oynarsın,
bütün kelimeleri tespih taneleri gibi dizersin.
Yazdığın her kelime, kullanmak istediğin her kelime, gönlünden kopan fırtınalar gibi kabına sığmayan, taşan, taştıkça kabaran bir duygu yoğunluğu var. Bu duygu yoğunluğunda seni ebedi varlığa götüren bir iç huzuru hissediyorum. Evet, sen sevgiyi bulmuşsun. Bulduğun bu sevginin içinde kabarıyorsun. Başka bir şey yok diyorsun. Bak kardeşim bir tek gerçek vardır! Bizden evvelkiler bunu tespit etmişler. Bizden sonrakiler de, biz de bu gerçeği bilmek mecburiyetindeyiz. Ve bu hakikati haykırmak istiyorsun. Öyle değil mi?
Sevgi, varsa yoksa sevgi. Bunun dışında bir şey yok!
Kelebek gece karanlığında lambayı görünce ne yapar? Ona doğru hamle yapar lambanın etrafında pır pır döner. Sonra kendini lambanın alevinin üzerine… O anda yeniden dirilmiştir. Kendini atar ve ölür. Telakki budur.
Herkes onun öldüğünü zanneder. Hayır, o ölmemiştir
Ne olmuştur peki? Aşkı ile hem dem olmuştur. Kendi cismi ona fazla gelmiştir. Fazla olan cisminden kurtularak sevgilisinde yok olmuştur. Yani yeni bir şahsiyet olmuştur. Biz göremeyiz seven görürü ancak.
Kim severse o kurtulur. Seven yanmaz. Bunları sende hissediyorum. Ben hissettiklerimi yazıyorum. Mübalağa yapmıyorum. Doğru bildiklerimi, yani doğrularımın bana hissettirdiklerini yazıyorum.
Çocuk şiirinde, anne şiirinde olduğu gibi diğer şiirinde de öyle. Konu sadece sevgi; seven ancak yazar.
Bunlar, hayat şiirinde de var. Sevmek olmazsa olmazdır.
Çok doğru bir şey. Yazmak için kendini zorlama! Zorlanıyorsun demiyorum. Yanlış anlama öyle bir şey hissetmedim. Mısralarında zorlandığını hiç tahmin etmiyorum. Böyle bir şey görmedim.
Bak, şimdiye kadar 3 şiir yazmışsın değil mi? Daha yok.
Bu bir ilham meselesidir: yani ilham hâsıl olunca yazmaya üşenme. Bildiklerim için yazıyorum. Sana nasıl ilham geliyorsa öyle yaz. Ben öyle biliyorum. Bak, sana bir şey söyleyeyim. Geçen yazdığım maden şiiri ne kadar zamanda tamamlandı tahmin et bakalım! 32 kıta. Bir şey söylemek istiyorum. Hayır, tam 12 gün sürdü. Ama bir şey var. Bu ilham, o,12 iki gün içinde gece rüyalarımda bile vardı. Gece gündüz. Şimdi o şiirle ilgili artık hiç bir ilham yok mesela. Başkaları nasıl yazar eder bilmiyorum. Bu konuların yabancısıyım. Birilerinin arkalarında TV kanalları, gazeteler… vs var. Bir yerlere birlerini getirebilir. Tamam, işte bende o rüyayı hep görürüm.
Sana söylüyorum. Bunu yalnızca evdekiler dâhil kimsede bilmiyor. Sana soruyorum ilham gelmesini mi bekleyeceğiz, yoksa çağıracak mıyız? Hiç biri…
Ben öyle düşünüyorum. Ama bir şey yapmak lazım. Nedir o? Okumak! Neyi okumak? Sevgiyi okumak. İki kur’an var, derler. Biri kitap, biri kâinat. Her ikisini okumak gerekir. Mesele, nasıl okuyacağımızda. Bana göre sen nasıl okuyacağını tespit etmişsin.

HAKİKİ ŞİİR

Bizde şiirin temeli divan edebiyatına dayanır. Türk şiirinin sağlam temellere dayandığı ne kadar ifade edilse de günümüz Türk şiirinin niteliği hususunda tartışmalar devam ediyor. Bu tartışmaların odağı ne çare ki yeniye de dayanmıyor. Türk şiiri ile ilgili dünkü tartışma ne ise bugünkü tartışmalarda hemen hemen aynıdır.
Türk edebiyatının usta kalemlerine bakışlarınızı çevirirseniz bu tartışmaların yersiz olmadığı görülecektir.
Şiirimiz de kemiyet ve keyfiyet meselesi…
Şairler ve şiir severlere bakıldığında görülecektir ki şiir yazanlar kadar şiir okuyanların varlığı anlaşılabilecektir.
Her önün gelen yazıyor!
Heyhat ki şiir yazanlar her nedense şiir hususunda derin tahlillere giremiyor, bunu da bırakın çeşitli mevzularda yazı yazamıyorlar. Dahası, şiir mevzularıyla ilgili kitap dahi okumuyorlar. Böyleleri var maalesef. Hal böyle olunca, acaba şiir nesirden daha mı kolay diyesi geliyor insanın. Belki de bunca şiir yazıldığına, herkesin de kendini şair zannettiğine göre. Abdurrahim Karakoç üstat, şiiri bir sanat olarak görür iken, şiiri nesirle ayni muameleye tabi tutmuyor ve nesirin sanat olmadığını ifade ediyor. Bu düşünceye katılıp katılmamak ayrı bir şey ama şurası muhakkak ki şiir zor bir sanat! Daha önce birkaç yerde söyledim burada da söylememin bir sakıncası yok: ara sıra ben de şiir yazıyorum, ama şu prensipten yola çıkarak da diyorum ki: her şiir yazan şair değildir. Bu münasebetle ben şair değilim. Şiir yazanlardan bazıları internette şöyle bir not düşüyorlar:”amatörce şiir yazıyorum” Bu söze ne denir ki!? Bu insanlar açık yüreklilikle şairlik durumlarını ibraz ediyorlar ki bu kimseler arasında gelecek vadeden şiirler de yok değil. Boştan yere bir yerleri işgal edenlere göre şiirin bu samimi yolcularını tebrik etmek gerekiyor.
Kendi adını şiirden çok romanlarda hissettiren Peyami Safa ve Tanpınar..Necip Fazıl gibi şairler şiirin kalıcı olmasını hakiki şiire bağlamaktadırlar.
Peyami Safa’nın bu konudaki tespitleri şöyledir:”Şiirin biri ebedi biri de manzum aktüaliteden ibaret iki mevzuu vardır. Şiirin ebedi mevzuu, insanı kalbinin kâinat sırrı, Allah, aşk, ölüm karşısında geçirdiği haz ve sıkıntı ürpermeleridir; şiir bunları unutacak kadar şiddetli günlük vak’aların tazyikine kapılır da yalnız aktüalite karşısındaki geçici reaksiyonların ifade hududu içinde kalırsa, yaşama ve yayılma şansı, bir takvim yaprağının bahtı kadar küçük ve dar olur.”
Şiirin ebedi oluşunu veya şiiri şiir yapan sırrı: insanın kâinat sırrında görüyor. İnsanı derinden sarsan, etkileyen; gerçek mutlakla buluşturan Allah, aşk ve ölüm… İnsanın da evrenin de tek gerçeği. İnsanın yaratıcısına olan teslimiyetinde, aşkında ve bunların ötesinde, yok oluşunda duyabileceği ürpermeleri… Aktüaliteye tutunan şiirin gerçeğin gölgesinde kalmasının pek de yaşama şansı bulamayacağı iddiası, tezi… Peyami Safa’nın bu düşüncelerinin vuzuha kavuşmuş şeklini Ahmet Hamdi Tanpınar ve Necip Fazıl’da da görmekteyiz. Tanpınar: “Hakiki şiirin, asıl sanat eserinin kendi varlığından başka bir hedefi yoktur.” Demektedir ve:”Ondan beklenebilecek yegâne şey, bizde bedii alaka dediğimiz ve hayatımızın maddi taraflarıyla, gündelik endişeleriyle münasebattar olmayan saf bir alaka uyandırmaktadır.” İnsanın ezeli hakikat temayülünden doğan bir konuşma şiir sanatının varlığının hangi temele istinat ettiğini açıkça gösteriyor. Benzer düşünceleri Necip Fazıl’da da görmek mümkündür. Gerçek sanatın Allah’ı aramak olduğunu haykıran üstat’a göre şiir: “Allah’ı sır ve güzellik yolunda arama işidir” , “Bizce şiir, mutlak hakikati arama işidir” demektedir. Şiir ile ilgili bu düşünceler membaını öyle sanıyoruz ki şu ebedi sözlere borçludur:”Beyanda şiir vardır” Sözün güzelliğinde şiiri bulmak bir başka ifadeyle de;”Şiirde hikmet vardır”;Peygamber Efendimiz(SAV) şiire verdiği değer kendini açıkça gösteriyor ki şiir sıradan bir mısra içinde nesirden biraz farklı bir anlatım biçimi değildir. Onun hikmeti de bediilikten, tesirinden geliyor; sihrinden geliyor. Şiire bu gücü katamayanlar şiirlerinin kalıcılığını beklemeleri boşunadır.
Şiiri şiir yapan; anlatımın, tasvirin, imajın, özgünlük bir yapının, sade pürüzsüz akıcı bir dilin, muhtevası ve önemlisi kelimelerin, hecenin, ahengin, vurgunun, musikinin mutlak bir ilgisi vardır. Bu unsurlardan birinin eksik olması şiiri belki tam şiir yapmayabilir ancak bütün bunlara karşılık şiirde tema ve konunun ayrı ve etkili bir yeri vardır ki bu şiirin olmazsa olmazıdır. Şiirin kalıcılığı da işte buna bağlıdır.

EY TÜRK ŞİİRİ!...

Türk Romanı üzerine yapılan eleştirilere bakınca bu edebi türde gerçekten de yerimizde mi sayıyoruz diye düşünmeden edemiyoruz. Öyle eleştiriler oluyor ki sanırsınız ki ülkemizde doğru dürüst bir romancı yok sanırsınız.
Gerçekten öyle mi?
Ülkemizde romancı yetişmiyor mu?
Bir yandan da son yıllarda yayınlanan romanları görünce de şaşırıp kalıyorsunuz. Ama konumuz roman değil. Yıllardır bir enflasyon gibi önümüzde duran şiirdir konumuz.
Ülkemizde yayınlanan edebi türler içinde şiir türünün başı çektiği bir gerçektir. Zira yazanın okuyandan çok olduğu şairler ülkesi haline geldik. Roman konusu şiire göre biraz daha farklıdır. İyi şairlerle sıradan şiir yazanları nasıl ortadan ayırırsanız ayırın romancılar için bu biraz zor. Her insan roman yazamaz. Sakın bana şiir de yazamaz demeyiniz.
Her önüne gelen şairdir.
Eline kalemi alan da şairdir.
İki mısra şiir ezbere söyleyen de şairdir.
Yerel gazeteler şiirlerden geçilmiyor.
Nere baksak şair ve şiir.
Sağa dönsek şair, sola baksak şair.
Bu ülkede şiir bereketi, şair bolluğu var. Velhasıl duygulu insanlarız, azıcık kederlendi mi alırız elimize kalemi döktürdükçe döktürürüz.
Yunus Emreler,Karacaoğlanlar,Dadaloğluları barındıran bu topraklardan şair çıkmaz da ne çıkar!...
Bir şair dostumun şiirlerine okuyordum, baktım ki aşk üzerine güzel şiirler yazmış. Dedim ki; ” sen aşk üzerine pek şiir yazmazdın ne iştir?” Dedi ki yazıyordum ancak bu şiirlerimi yayınlamamıştım. Anlaşılan o ki kırkından sonra aşk duygusu bir ateşten gömlek olmuş ki bu şiirlerini gün yüzüne çıkarmış. İyi de yapmış. Zira halk şiiri tarzında ki o doyumsuz şiirleri insan okudukça okuyor… Söz arasında dedi ki: “bu şiirleri yayınladıktan sonra gençler şiirlerimi alıp sevgililerine kur yapıyorlarmış…” Kendisi bu duruma şaşırmakla birlikte biraz pişmanlık da duyuyor tabii olarak…
Görüyorsunuz değil mi elin oğlu kur yapmak için şair pozlarına giriyor. Yeter ki sevgilisine ilan-ı aşk edebilsin!
İşte, şairlik biraz da bunun için boy atıp gelişiyor(!)
Siz ne düşünürsünüz bilmem ama her eline kalemi alan kendini allameyi cihan sanmamalı. Yoksa bunların cakalarından geçilmez. Bu tip insanlar biraz da şöhretin bir yolunu bulurlarsa işte o zaman maazallah! Ekranlarda bu tip insanlar son yıllarda oldukça fazla. Reyting uğruna ne temiz bir Türkçe, ne ahlak ne de saygı kaldı. Yeter ki çene olsun. Biraz da yayı gevşek olunca yapılacak bir şey yok!
Zamanla yanımıza gelen veya bir şekilde bize ulaşan ve elimize şiirlerini tutuşturan genç ihtiyar kimseler oluyor. Her yazılanın şiir olmadığını bu kimseler anlatabilmek de pek güç maalesef! Türk şiirinin ustalarını okudunuz mu değdiniz de apışıp kalıyorlar.
Neden dersiniz?
Çünkü kim şair bilmezler, kim güzel eserler vermiş, ne gibi kitap çıkarmışlar görmemişlerdir. Görmedikleri için kendi tabularına sığınıyorlar ve size bunu sunuyorlar:
- Abi şu şiirimi bir okusana!
- İyi olmuş değil mi? Biraz aceleye geldi ama...
* * *
Güler misin ağlar mısın?
—Abi be hele bir de şuna bak!
Adam şiir değil; bütün ihtiras, kin ve öfkesini kâğıda dökmüş adına bir de şiir demiş…
Şiirimin güzel güzlü, temiz yürekli ve cesur bakışlı şairlerini tenzih ederek: Öyle sanıyorum ki bu şiirler şiir olalı böyle bir eziyet çekmemiş; rezil rüsva olmamıştır.
Ey Türk şiiri titre ve kendine gel!
------------------
Şair Eşref şöyle der: Şair yok şimdi Müteşair çoğladı. Yok yok öyle değil, şairin sadece adı kaldı. Eskiden divan tertip etmeden önce şairler en az 2-3 bin beyit ezberlermiş. Şimdi öyle mi? Önüne gelen şair kesildi. Ortalık şairden geçilmiyor.. Ha bir de "şu şiirime bakar mısın?" olayı var sürekli birileri şiir gönderir oldular. Bunu yapanlar içinde değme şairler !.. de yok değil hani güler misin? ağlar mısın misali.
Tebrik ediyorum Osman Bey önemli bir konuya değindiğiniz için.
Sevim ÇAKICI

FARUK NAFİZ’İN “HAN DUVARLARI” ŞİİRİNDE NİĞDE’DEN AZİZ NESİN’İN “HAN DUVARLARI”NA

16.Yüzyılın başlarında Niğde’nin Ulukışla ilçesinde, sadrazam Mehmet paşa tarafından yaptırılan bir kervansaray…
Öküz, sadrazamın kendi lakabı mıdır, yoksa başka bir Mehmet’e mi naziredir, hala muamma olduğu söyleniyor. Bu öyle bir muammadır ki vaktiyle Venedikli bir tüccarın kuzeye bakan tek misafir odasında sırra kadem bastığını ve bir daha ortaya çıkmadığı yazılmıştır. Kervansarayda, bir camii, iki fırın, bir ahır, 22 dükkân ve 11 konuk odası mevcuttur. . .
Şimdi gelelim bu kervansarayın önemine…
Kuşkusuz kervansaray’ı önemli kılan tarihi bir yapı oluşu kadar bu binanın barındırdığı hatıralardır. Faruk Nafiz ÇAMLIBEL, Han Duvarları şiirini, Kayseri’den Ulukışla’ya yaptığı 3 gün 4 gecelik yolculukta yazıyor.Bu anıları biz bilmiyoruz ancak şair Faruk nafiz Çamlıbel bu hanla ilgili olarak pek tanınmış ve kitabına da adını verdiği “Han Duvarları” isimli şiirinde bizlere bilgiler de vermektedir.
Ağır ağır önümden geçti deve kervanı, Bir kenarda göründü beldenin viran hanı. Alaca bir karanlık sarmadayken her yeri Atlarımız çözüldü, girdik handan içeri.
Hanın viran olduğunu bu mısralardan anlıyoruz. Viran olduğu kadar duvarların üzerindeki yazılar, insanların kederleri yüzlerindeki çizgilere yansır ve bu çizgiler şair’in gözünde adeta bir hat yazısı uyandırır.
Han Duvarları, iyi bir gözlem ve tasvire dayalı başarılı, kafiyeli manzum bir şiirdir. Şiirle ilgili bir yerde bu şiirin görülmeden gözlemlenmeden yazıldığını okumuştum. Bu teze şair sanki o karanlık geceden, lambanın isli aydınlığından cevap vermektedir:
"On yıl ayrıyım kınadağı'ndan Baba ocağından yar kucağından Bir çiçek dermeden sevgi bağından Huduttan hududa atılmışım ben" Altında da bir tarih. sekiz mart otuz yedi... Gözüm imza yerinde başka ad görmedi
Bu mısraları okurken hafızam beni bu kez bir şaire değil ama tanınmış bir hikâyemize götürüyor: Reşat Nuri Güntekin… Yazar, Kayseri’den Niğde’ye arayatıyla giderken yolculuk sırasında Andaval ile anlatılan hikâyeleri dinlemiş ve Anadolu Notları” kitabında yazmıştır.
Sözü fazla uzatmayalım 141 mısradan teşkil eden 1924(*) yazılan; o dönemin yoksul dünyasının anlatıldığı, şiirin biçim ve şekil özellikleri bakımından iyi yazılmış, “Han Duvarları” isimli bu güzel şiiri birlikte okuyalım:
yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç sakladı bir dakika araba yerinde durakladı neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar, gözlerimin önünden geçti kervansaraylar... gidiyorum, gurbeti gönlümle duya duya, ulukışla yolundan orta anadolu'ya ilk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık! yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık, gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı... arkada zincirlenen yüksek toros dağları, önde uzun bir kışın soldurduğu etekler, sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler... ellerim takılırken rüzgarların saçına asıldı arabamız bir dağın yamacına, her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık, yalnız arabacının dudağında bir ıslık bu ıslakla uzayan, dönen kıvrılan yollar, uykuya varmış gibi görünen yılan yollar. başını kaldırarak boşluğu dinliyordu. gökler bulutlanıyor, rüzgâr serinliyordu. serpilmeye başladı bir rüzgâr ince ince, son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine yol, hep yol, daima yol... bitmiyor düzlük yine. ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali sonunda ademdir diyor insana yolun hali, arasıra geçiyor bir atlı, iki yayan bozuk düzen taşların üstünde tıkırdayan tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor, uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor... kendimi kaptırarak tekerleğin sesine uzanmış kalmışım yaylının şiltesine. bir sarsıntı... uyandım uzun süren uykudan; geçiyordu araba yola benzer bir sudan karşıda hisar gibi niğde yükseliyordu, sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu; agır agır önümden geçti deve kervanı, bir kenarda göründü beldenin viran hanı. alaca bir karanlık sarmadayken her yeri atlarımız çözüldü, girdik handan içeri. bir deva bulmak için bağrındaki yaraya toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya. bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı, bir pırıltı gördü mü gözler hemen dalıyor, göğüsler çekilerek nefesler daralıyor, şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı heryüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı, gitgide birer ayet gibi derinleştiler yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki çizgiler... yatağımın yanında esmer bir duvar vardı, üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı; fani bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler, aygın baygın maniler, açık saçık resimler... uykuya varmak için bu hazin günde, erken, kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı; bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı ben garip çizgilere uğraşırken başbaşa raslamıştım duvarda bir şair arkadaşa; "on yıl ayrıyım kınadağı'ndan baba ocağından yar kucağından bir çiçek dermeden sevgi bağından huduttan hududa atılmışım ben" altında da bir tarih. sekiz mart otuz yedi... gözüm imza yerinde başka ad görmedi artık bahtın açıktır, uzun etme arkadaş! ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş; araya gitti diye içlenme baharına, huduttan götürdüğün şan yetişir yarına! ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk soğuk bir mart sabahı... buz tutuyor her soluk ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri bulutların ardında gün yanmadan sönüyor, höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor... yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar, bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar biz bu sonsuz yollarda varıyoz, gitgide, iki dağ ortasında boğulan bir geçide sıkı bir poyraz beni titretirken içimden geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden ardımda kalan yerler anlaşırken baharla önümüzdeki arazi örtülü şimdi karla
bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu burada son fırtına son dalı kırıyordu yaylımız tükenirken yolları aynı hızla savrulmaya başladı karlar etrafımızda karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü; kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü... gönlümde can verirken köye varmak emeli arabacı haykırdı "işte araplıbeli!" tanrı yardımcı olsun gayrı yolda kalana biz menzile vararak atları çektik hana. bizden evvel buraya inen üç dört arkadaş kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş çıtırdayan çalılar dört cana can katıyor kimi haydut kimi kurt masalı anlatıyor gözlerime çökerken ağır uyku sisleri çiçekliyor duvarı ocağın akisleri bu akisle duvarda çizgiler beliriyor, kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor: "gönlümü çekse de yarin hayali asmaya kudretim yetmez cibali yolcuyum bir kuru yaprak misali rüzgarın önüne katılmışım ben" sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı güneşli bir havada yaylımız yola çıktı bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde uzun bir yolculuktan sonra incesu'daydık bir han yorgun argın tatlı bir uykudaydık gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım! "garibim namıma kerem diyorlar aslı'mı el almış haram diyorlar hastayım derdime verem diyorlar maraşlı şeyhoğlu satılmış'ım ben" bir kitabe kokusu duyuluyor yazında korkarım yaya kaldın bu gurbet çıkmazında ey maraşlı şeyhoğlu, evliyalar adağı! bahtına lanet olsun aşmadıysan bu dağı! az değildir, varmadan senin gibi yurduna, post verenler yabanın hayduduna kurduna! arabamız tutarken erciyes'in yolunu, "hancı, dedim, bildin mi maraşlı şeyhoğlu'nu?" gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende, dedi: "hana sağ indi ölü çıktı geçende!" yaşaran gözlerimde her sey artık değişti bizim garip şeyhoğlu buradan geçmemişti... gönlümü maraşlı'nın yaktı kara haberi. aradan yıllar geçti, işte o günden beri ne zaman yolda bir han raslasam irkilirim, çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim ey köyleri hududa bağlayan yaslı yollar dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar! ey garip çizgilerle dolu han duvarları, ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!.. Faruk Nafiz ÇAMLIBEL
Şiirde “Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış” diye geçen aslında Faruk Nafiz ÇAMLIBEL’in kendisi. Bu dörtlükler de şairin kendisine ait(1)
İşin garip tarafı Faruk Nafiz’in o imkânsız ve güçlüklerin yaşandığı tarihe böyle güzel bir şiirle not düşerken bu işin bir de sömürüsünü yapmakta bir beis görmeyen “öykücü” bir şair’de var!
Bu şair Aziz Nesin’dir.Aziz Nesin’in “Azizname”sinde yer alan Faruk Nafiz'e nazire olsun diye yazilan bir başka günümüze ışınlandırılmış bir han duvarlari var. İşte o şiir:uyuz esek anirdi, mesin kirbaç sakladi,tam dokuz yil araba yerinde durakladi. aç susuz insanlarla hep dikildi saraylar,kirilmiyor bir türlü koltukta pasli yaylar.gidiyordum açligi midemde duya duya,gecekondu evlerden su meshur ankara'ya.yolculugun elemi içimde bir hiçkirik,yürümüyor araba teknenin kiçi kirik.sitma, frengi, verem... çiplak insanlar sari,arkada zincirlenmis bütün insan daglari.önde asalet akan hint kumasi etekler,bu etegi öpecek hep köpoglu köpekler.uyuz itler havladi, mesin kirbaç sakladi,tam dokuz yil araba yerinde durakladi. bir sarsinti... uyandim uzun süren uykudan,nutuk verirmis biri, meger havadan sudan...tam dokuz yil araba bilmem nasil dayandi, birdenbire duvarda söyle dört misra yandi: hakkim yok almaga biktim hep ver'denkovdular nedense hep gittigim yedenbir imza almadan dairelerdenmasadan masaya atilmisim benaçliga, susuzluga tam dokuz yil dayandim,basucumda gördügüm su satirlara yandim: garibim namima illet diyorlar,yok seker, bahali yag, et diyorlar,istesem yiyecek diyet diyorlarüç buçuk dolara satilmisim bensana kimler acisin haline senin yazik, yetismez mi bunca yil yedigin bunca kazik?az degil senin gibi gidiveren tantuna"post verenler yabanin hayduduna kurduna""ey garip çizgilerle dolu han duvarlari!"daha çok güdecektir bir çoban davarlari

Yazar Muhterem Yüceyılmaz’ın Ömer Öner’e bu şiirle ilgili yapılan bir çalışma nedeniyle gönderdiği mektuptan bir bölüm yayınlıyoruz:
“Faruk Nafiz merhum, bu yolculuğu yapmamış olsa derleyip toplayamazdı bu mısraları. Ve son iki mısrada açıkladığı gibi, han duvarına bakmak kafiydi suskun duvarların çizgilerini okuyabilmek için. Duyarlılığın bu derecesine sahip şaire Allah'tan ganî ganî rahmet diliyorum. Düzeltiyorum, şairin hasına Allahtan rahmet. Ölüm döşeğindeyken bile en yakın duvara çiziktirilen bir iki mısra'yı sonradan gelecek olan aynı yolun yolcuları bulurlar elbette. Ama hasretle yola düşenlerin han, otel veya bir akraba evindeki uykusuz zamanlarını tahayyül etmek, bu uğurda böbreğinden, safra kesesinden, ne bileyim, bir gözünden olmuşların hatırasına ne katabilir? Şiir olmasa geriye ne kalır?İşte sesin, sözün büyüsü!”(2)

1- “H A N D U V A R L A R I” ŞİİR KİTABI İNCELEMESİ: Yusuf PEKTAŞ–2005 - Atlas Kitabevi- İstanbul, 1996
2- www.sanatalemi.net/KoseYazilari.* Şiirin 1924’te yazıldığı söylense de şair şiirinde 1937 yılını göstermektedir

NİTELİKLİ ŞAİR VE ŞİİRLER ÜZERİNE

İnsanların bildiği işleri yapması kadar doğal ne olabilir ki? Böyle bir davranış içine girmek çalışanlar açısından ne kadar iyi ve güzeldir. İnsanın mutluğu da buna bağlıdır. Kendini işine veren bir kimse lüzumsuz işlerle de uğraşmayacağı gibi çevresine de faydalı olabilir, örnek davranışlar içine de girebilir.
Ülkemizde maalesef işi ehline vermek şöyle dursun çapsız insanlar iş başına getiriliyor ve yapılacak işin kalitesi de düşüveriyor. Sanat ve edebiyat ilgi alanımız olduğundan bu alanda faaliyet gösterenler, özellikle de bu işlere kafa yoranlar yaptıkları işlerin hakkını maalesef veremiyorlar. Bu bakımdan heder olan zamanlar, emekler hep boşa gidiyor.
Sanal aleme giriyorsunuz bir de bakıyorsunuz ki büyük sitelerin birinde 20 bin civarında şair üye olduğunu görüyorsunuz. Diğer siteleri düşünmenize gerek de yoktur. Bu kadar şair olduğuna göre milyonları bulan veya geçen sayıda şiir kitapları yayınlanması gerekirdi. Yine de kitap piyasasında lüzumsuzca dolaşan çok kitap var. Niteliksiz kitaplar insanları çevrelemiş durumda.
Söz dolaşıp dönüp nitelikli şair ve şiire geliyor; bu âlemde yeterli derecede münekkidin bulunmayışına geliyor. Bir de tabiî ki hatır gönül işine.
Sözümüz mademki şiir üzerine o halde buyurun Shakspeare ve Victor Hugo’nun konuyla ilgili yerli yerine oturan sözlere: SADECE ŞEMSİYE YAPIN!
Bir şemsiye tamircisi, yazmış olduğu şiirleri incelemesi içinShakspeare’e gönderdiğinde, ünlü yazarın cevabi şu olur:- Dostum siz şemsiye yapın, hep şemsiye yapın, sadece şemsiye yapın.. BROVA!
Genç bir şair, saçma sapan şiirlerini Victor Hugo’ ya okuduktan sonra: -Üstada, diye sormuş. Şiirlerimi nasıl buldunuz? Victor Hugo: -Vezinsiz, kafiyesiz ve manasız bir şey yazmak istemiş ve tam muvaffak olmuşsunuz, demiş. Bravo doğrusu.

ŞİİR VE ELEŞTİRİ

İnsanoğlu her şeyi eleştirir.Bu şiir de olabilir nesirde. Şiirin eleştirilmemesi neye dayanır? Önce buna bakmalı. Şiir iyi yazılmış da olabilir eksik veya kötü yazılmış da olabilir. Her iki halde de şiir eleştiriye muhtaçtır. Zira iyi şiir yazan şairin de eleştiriye ihtiyacı vardır. Eleştiri almayan şair veya şiir nasıl ve ne şekilde kabul veya reddedilecektir.Şairin eksikliklerini görmesi ve sanatını daha da iyi ifade edebilmesi için eleştiri mulaka gereklidir. Sadece kıyaslama yaparak şiirin bulunduğu yerin belirlenmesi o şiirin değerini tam ifade edemez.
Eleştiri isteyen şairler vardır.Şair güzel şiirler yazıyor amma hiç bir Allah'ın kulu çıkıpta senin şu şiirinde böyle bir hata var demiyor veya diyemiyor. Zira şair tanınmıştır ve şiirleri dillerdedir.Şair sevilmektedir ve bu sevginin karşılığı bir eleştiriye dönüştürülmemelidir! Böyle kanaatleri ancak ideolojik veya karşıtlık durumdaki şairler veya şairlerin müdavimleri yapabilmektedirler ama bu eleştirinin de edebiyat çevrelerinde ne ölçüde etkili veya tatminkar olduğu da tartışılır.Büyük şairlerden birinin ağzından:"bugüne kadar benim şiirimi eleştiren çıkmadı, senin şiirinde şöyle bir hata var diyen olmadı."Bu söz aslında şiirdeki tartışmanın hangi boyutlarda olduğunu göstermesi açısından önemli ve ilginç bir durumdur.
Eğer ciddi manada şiirler eleştirilse bu ülkede şiir yazanlar kalemlerini bir kenara bırakmaları lazım gelirdi.Buradan şöyle bir sonuç çıkarabiliriz;ülkemizde şiir adına yazılanların çoğunluğu şiir ile alakası yoktur!Bu gerçeği kabul etmeliyiz.Her önüne gelen şiir yazıyor!Ama her önüne gelen şiir yazıyor diye de böyle bir eleştiri getirmiyoruz.
Şiirlerin eleştirilmesi her kişinin yapabileceği bir iş değildir. Eleştiri yapabilmek için şiirden iyi anlamak gerekir.Şiiri ve şairi bilmek gerekir.Her şair şiir yazdığına göre bilgi ve birikimine göre eleştirmen olabilir. İyi şiir yazmadığı veya şiir yazdığı halde şiirlerinin edebi bir niteliği olmadığı halde iyi bir şiir eleştirmeni olabilir.İyi bir eleştirmen iyi şiir yazar diye de bir şey yoktur.
Şiirin ve şairin niteliğine bakmalı...
Türk şiirinde bir gelenek mevcuttur. Dolayısıyla şairler;yeni yetme şairler hep aynı yoldan gidiyorlar.Serbest,uyaklı,modern...hiç farketmiyor.Zira sonuç olarak taklitten öte gidilmiyor.Ancak şair ister rubai, ister divan şiiri, ister kafiyeli veya serbest şiir yazsın yazdığının bir numunesi olduğuna, bu işi öncekiler yaptığına göre yazdığı şiiri aynı kategori içinde onlardan aşağı kalmayacak ve en iyisini yapmak durumundadır.Eğer bunu yapabiliyorsa ki yapanlar çoktur isterse şiirde yeni bir çığır da açabilir.Dikkat edilirse ister şarkıcı olsun ister şair özgün olduğu takdirde sanat yolunda hem ilerlemesi çabuk olur hem de genel kabul görür.Bu başarısı nedeniyle de başkaları tarafından takip ve taklit edilir.Tanıdığım bazı şairler vardır ki ünlü şairlerin izinden gitmişlerdir bu şairlerin iyi birer kopyası da olmuşlardır ancak bazıları daha sonra takip ve taklitten uzaklaşmak için kendilerine farklı bir yol tutturarak zirvelerde dolaşmaktadırlar.
İlerlemenin, kendini en iyi bir şekilde ifade edebilmenin yolu eleştirilere açık olunmaktan geçer. Şair, iyi yazmalı yazdıklarının bir benzeri varsa tekrara düştüğünü anlıyorsa kısa sürede kendini yenilemenin yoluna bakmalıdır.
Şiir'de eleştiri mutlaka gereklidir ama şairler de kendini bu anlamda kontrol etmeliler. İyi şiir yazmak için de bu sanatı yürekten özümsemek gerektirir.

ROMAN’DA KİMLİK VE KAHRAMAN MESELESİ!

Her roman bir ölçüde yazarının izlerini taşımakla beraber kendi topraklarının da etkisinde kalır. İnsan yaşadığı toplumu görmezden gelemez. Gelmek istese de buna gücü de yetmez. Bunu bir şekilde edebi eserlerine yansıtır.
Her yazar ürettiklerinde kendi coğrafyasını, kendi insanını kendinde ifade bulduğuna göre bu sunuşun kapsamı, muhtevasını oluşturan canlı hayatlar her ne kadar modernize edilse de sonuçta topluma sunulmaktadır. Anlatım dili, tekniği gibi unsurlar bir yana önemli olan neyin nasıl anlatıldığıdır. Bu bağlamda Yeni Şafak Kitap Ekinde( sayı 16,2007) romanda ötekini ele alınmış ve romanımızda kimlik kavramına eğilmeye çalışılmış. Bu konuşmalardan da anlaşıldığı üzere ülkemizde yayınlanan romanlarda: Ermeniler, Kürtler, Çingeneler, Yahudiler ve bunlara ilaveten toplum etkileyen başörtülülerden eşcinsellere kadar toplum hayatı romanlarda yer buluyor. Romanlara girmiş veya toplumu zaman zaman meşgul etmiş ve böylelikle etkilere sahip edebi tür içindeki varlığı bir şekilde karşımıza çıkıyor. Bu tür konular yeni de değil ama ülkemizde konjüktür eğilimler yeni meseleleri ve olayların etkilerinin yansımalarını görüyoruz. Toplum hayatında bu tür veya benzeri konular farklı olmasa da romanın öteki yüzüyle yüzleşmedeki kimlik önemlidir. Malumdur ki bu millet gelenekleri ile ayakta kalmaya daha doğru ifade etmek gerekirse direnmeye çalışıyor ancak iç ve dış etkiler bunu her geçen gün tahrip ediyor. Böylesi etkiler karşısında kimlik meselesi romancıların yaşadığı bir mesele olmaya devam edecektir.
Ermeniler ile ilgili yazılan romanlarda son dönemde artış gözlendiği doğrudur. Orana vurulduğunda bu sayının küçüklüğü de ortadadır. Ancak son yıllarda gündemden indirilmeyen ve başımı ağrıtmaya devam eden Ermeni meselesini kaşımak; Ermeni kimliğini tanımakla eş anlamlıdır. Romana konu olmak kadar mahiyeti de önemlidir. Her insan her toplum romanda kendine yer bulur. Buna kimse de karşı çıkamaz ancak kendi köklerine sahip çıkamayan edebiyatçılar kimlik sorununu nasıl aşacaklar? Yine aynı şekilde Çingenelerin romanda olmayışını tersinden okuduğumuzda gelecek için bir sorun teşkil edecekse Ermeni meselesinde olduğu gibi Çingenelerde de bir sorun olmanın ötesinde konuyu ele almak yerinde bir karar olacaktır.
Bütün bu kimlik tartışmaları gösteriyor ki sonuç ne olursa olsun yazarlar da romanlarına bu meseleleri yansıttığına göre bu meselelerinin bir parçasıdır. Yazarlar bu durumun farkındalar. Kendileri de bunu ifade ediyorlar sonuçta. Yıldız Ramazanoğlu’nun söylediği her ne kadar doğrudan kimlik üzerine olmasa da dolaylı olarak bu meseleye bizi getiriyor: “Issız dünyadaki ortak kaderimizi yüzümüze vuran kitaplar çıktı. Kurguda olsa kahramanlar yazarın eseri değildir.” Toplumu anlama çabası olarak gören İbrahim Yıldırım’da:”Romancılarımız “öteki”ni yazarak daha doğrusu kullanarak-kendi kimliklerini bulmaya, kendilerini anlamaya çalışıyorlarsa iyi yapıyorlar…”diyor. Doğruda söylüyor. Yazar, eserlerine kendinden bir yer ayırır. Bunu ister bilerek ister bilmeyerek yani objektif kalmaya çalışarak yapsa da… Önemli olan kendi kimliğini unutmadan kendi köklerinden uzaklaşmadan ama yeniliklere de açık kalarak edebi eserleri üretmesidir. Romanda Kahramanlar yaratmak da yazarın eseri olmadan pek mümkün değildir. Kurgulama ve kahraman romanın kaderidir bir bakıma. Ancak kartondan kahramanlar yaratanların fazla ayakta kalamayacağını düşünüyorum. Siz istediğiniz kadar kahraman olarak şekillendirdiğiniz kişileri kendi eseriniz olarak görmeyin farklı bir şey yaptığınızı mı sanacaksınız? Öyle yapabilmeniz için pek çok romancıdan sizi farklı kılan kurmacadan uzak bir eser üretebildiğiniz özgün ve özgür kalabildiğiniz sürece kahramanlarınız esiriniz olmayabilir.
Pek tabi ki bu da mümkün ise…

AYİNE-İ DEVRAN (Baki Demişki...)

Baki demiş ki: “Görelim ayine-i devran ne suret gösterir” Günümüz Türkçesine göre: bakalım zaman aynası, ne suretler gösterecektir.
Zaman dalgası, felsefecilere göre geçmiş bugün ve gelecek olarak izafe edilmektedir. Zamanın insanların yaşaması açısından mutlak olan bir önemi vardır. Tutum ve davranışlarımızın üzerimizdeki etkisi de yine zaman içinde kendini gösterir. Bundaki değişimlerin olup olmadığını yine bu dalgaların ortasında kendimiz bulduğumuzda anlarız. Bizim değişip değişmediğimiz kadar gelişmemizde de bunun tesir ettiğini belirtebiliriz.
Zaman ve mekân hayatımızın ayrılmaz bir parçasıdır. Öyle anlar gelir ki düşüncelerimiz gelişir, gördüğümüz yaşadığımız ve etkisinden kurtulamadığımız olaylar karşısında kendimizde bazı fikirlerin yer etmeye başladığını görürüz. Fikri değişiklikler itiyatlara ne kadar yansır burası biraz tartışmalıdır işte. “Can çıkar huy çıkmaz” gerçeği bunun en somut numunesidir. Mesellerimize yerleşmiş olan” bir insan beşinde ne ise ellisinde de odur” sözü yine bu gerçeği işaret etmektedir. Ancak hayata bakışımızda, kendimize gerektiği kadar dokunulmadığı sürece farklı davranışlar sergileyebiliriz. Bu davranış her ne kadar bir değişiklik olarak düşünülmese de bazı insanların hayatlarında hiçbir değişimin görülmediği düşünüldüğünde bunun da bir fark olduğunu görürüz.
Davranışlarımız bir anlamda hayata bakışımızın da bir göstergesidir. Zira insanın başına ne kadar olay gelirse gelsin hayatlarında köklü bir değişiklik görülebiliyor mu o yönüne bakılmalıdır. Aslolan insanın başına bir şey gelmeden kendi davranışlarını kontrol etmeli ve kendine daha iyi bir yol çizebilmelidir. Fakat her insan yaşadığı onca tecrübelere, yanılmalara rağmen hayattan bir ders almaz. Ama bazı insanların yaşadıklarından öğrendikleri çok şeyler olduğunu ve bunlara göre bir yol izlediği de bir gerçektir.
Bazı insanlar yol göstermek amacıyla şöyle der: “kendiniz olun” yani bir başkası olmayın anlamında söylenen bu söz başka bin insanı taklitten öteye gitmeyen özentiye kapılmamak içindir. Ancak başkalarına özenilse de ve bu özentilerde iyi veya kötü davranışlar alınsa da önemli olan insanı yüceltecek davranışlar içine girebilmesidir. Yanlışlarına set çekebilmek sürekli tekrara, yanlışa, hataya düşmemektir.
Bizler kendi ihtiraslarımızın kurbanlarıyız. Gidilecek yola kimine göre şeytanla kimine göre de nefisle gidilmektedir. İçimizde binler İbrahimler yanar ama bu yangınlık her nasıl olursa olur bir türlü bizi yakıp da huzura götürmez. Çilesini çekeriz ama günahına da vebalına da ortak olmaktan bir türlü vazgeçmeyiz. Bir şeyin bedelini ödüyorsak kendimizi sükûn içinde görmeliyiz saadetin kapılarının aralandığını fark etmeliyiz.
Biçare insanlar küçük düşünen zavallılardır. Gayesi ufuklar ötesine bakmayan beyinler küçük mutluluk ve sıkıntılarla boğuşmak durumundadır. Bunun için diyoruz ki şair’in dediği gibi “Görelim ayine-i devran ne suret gösterir” sözüne; insanın “Allah’ım beni dinin üzerine kalbimi sabit kıl” inancına sahip olunmakla ayaklarının yere sağlam basacağı bir gerçektir.

Tatlı Dil

Sadi şark klasiklerinden olan Bostan isimli eserinin yazılış sebepleri arasında:”Mısır’dan gelenler şeker getirirler” demekte, bunu mecazi olarak, “Manadan anlayanlar kağıt üstünde taşıdıkları şekerdi” sözleriyle ifade ederek on tane terbiye kapısından söz eder. İnsanların yaşantısında oldukça önemli olan bu kapılar, bu değerler şunlardır: adalet, ihsan, sevgi, sarhoşluk ve cezbe bölümü, “gönülsüzlüğe”, “Rıza’ya kanaatkâr olanların vasıflarına dair, terbiye âleminden, tövbeye, doğru yola ve münacat’a dairdir.
Bazen insan çok kötü duyguları yaşadıktan sonra kabaran dalgalar misali durur, gönlü sükûn bulur. İnsan hayatında gel-gitler bitmez. Ama her şeyden evvel sabırlı olmayı bilmek gerekir. Az da olsa bir kısım insanlar yüce ve soylu duygulara sahiptirler. Bu duygularda yukarıdaki kıstaslar mutlaka olmalıdır ve iyi bir hayat için de etkilidir.
İnsanoğlu her şeyin iyisini ve güzelini arzu eder. Arzunun kuvvetlisi ve de sağduyulu hali bu iyi hasletlere kavuşmada yetkince bir sonuç olarak karşımıza çıkabilir.
İnsan ne istediğini iyi bilmelidir.
Arzu etmek istemek değildir; heva insanda her ne kadar iştiyakla tetikleme gibi bir halde karşımıza çıksa da makul ve mantıklı bir sonuç gerçekleşmez. Davranışlarda olgunluk beklemek düşüncelere yer etse de bazen istenilenin tersini yapmak gibi eğilimlerle karşı karşıya kalırız ve bu isteğe boyun eğeriz.
Dilin önemi ortadadır. Sadi’nin söylediği gibi tatlı bir dil eksik olmamalıdır. Çünkü “tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” darbımeseli bunu iyi bir şekilde nitelemektedir.
Sözün başı tatlı dil olduğuna göre tatlı dilin de sevgiyle bir ilintisi vardır. İçinizdeki cevher ne ise o dışarı taşar. Sadi ile başladık Sadi ile devam edelim: “…doğrusunu ister misin, seni sevgiliden ne alı korsa asıl sevdiğin odur.” Çok basit, sıradan ancak bir o kadar da anlamlı bir söz. Sevmenin halini anlatan bir söz… Sevdiklerimize karşı çoğu kez görevimizi yapamayız. Bazı şeyler bizi engeller; bize mani olanlarla oyalanmak bir bakıma onu sevmek demektir. Kitap okumayı sevip de televizyon seyretmek gibi; televizyonda önemli bir programı takip etmek isteyip de başka bir iş yapmak gibi. Bir şeylere karşı olan sevgilerimiz bazen yer değiştirse de…
Benjamin Franklin demiş ki: “Eğer sevilmek isterseniz, önce sevin ve sevimli olun.” Bu söz de bir bakıma tatlı dil ve sevginin izharıdır. İyi davranışların ve sıcakkanlılığın bir nişanesi; sevmek, sevinmek ve sevilmektir. İnsanın hem kendisine hem de çevresindekilere karşı yüzündeki sıcaklık, konuşmasındaki samimiyet, muhabbet tatlı dil ve sevginin tezahürüdür.
Şairimiz İnci Okumuş “Söz İli” isimli şiirinde bu gerçeği ifade etmektedir. Şiirin son dörtlüğüyle tatlı dilin sevgisini tasvir edelim:
Söz iline arılar gider
Özünde bel olur
Dudak peteğine konar
Dile bir hal olur
Olursa bir hal tatlı dilden ve o dildeki sevgiden olsun diyoruz.

Kültür ve Para

Kültür:”Bir millete şahsiyetini veren, diğer milletlerle arasındaki farkı tespite yarayan, tarihin seyri içerisinde teşekkül etmiş, kendine has maddi ve manevi varlık ve değerlerin ahenkli bütünüdür şeklinde ifade edilebilir.”(1)
Aşağıdaki metinden de anlaşılacağı üzere kültür ile ilgili aydınların görüş birliği içinde olmadıkları açıktır. ”Sosyal ilimlerde kültür denince bir toplumun kendi hayati problemlerini çözmek üzere denediği ve uzun yıllar içinde standart hala geldiği usuller ve vasıtalar anlaşılır.” (2)Bu duruma göre bir topluluğun ihtiyaçlarını karşılamak üzere benimsemiş bulunduğu hayat tarzı bütün maddi ve manevi boyutlarıyla birlikte onun kültürünü teşkil etmektedir.
Bu hayat tarzı bir topluluğun problemlerine karşı çözüm yollarının da ortaya çıkarır ve bu çözüm yollarının bir kısmı zamanla sabit hale gelerek cemiyete mal olur ve onun kültürünü teşkil eder. Aydınlara göre kültür içinde mevcut olan inançlar ve kıymet sistemleri çeşitli cemiyetlere göre zihniyet farklılığı da taşır.
Bir topluluğun kendi içindeki farklılıkları, zorlamaları, uyumsuzlukları olduğu gibi aydın kültüründe durumu, çok daha farklı bir şekilde tezahür eder. Aydın kültür ile halk kültürü arasında bir değerlendirmeye gitmeden de cemiyetler arası kültür farklılıkları tespit etmekte mümkündür. Kültür ve para da hayatta aydınla halk arasındaki yaşayış ve kullanış farklığında ortaya çıkabilmektedir.
Halk arasındaki kültür farklılıkları da başlı başına bir problemler yumağıdır. Kaldı ki Türkiye gerçeklerinde bir halkın kültürü var mı yok mu bu tartışmada bir topluluğun kapital durumu da sorunun bir parçasıdır. Yani para ve mal bu çatışmanın ana nedenleri arasında gösterilebilir. Topluluğun gelişmesinde çok önemli bir duruşu olan para o topluluğun nasıl geliştiğinin de bir göstergesidir. Parayla saadet olmaz denilmiş ama parasızda bir şey olmuyor. Yüzü sıcak olan para, yerine göre her şeyi yakıyor. Toplumun gelişmesinde önemli bir araç olurken yerine göre gerilemesinde de aynı görevi ifa edebilmektedir. Bu durumda paranın ve yine kültürün kullanışı gündeme gelmiş olmaktadır.
Para bütün insanlığın ihtiyaçlığının bir sebebidir, bir tezahürüdür bir temayülüdür Medeniyetlerin beşiğinde de, yıkılışında ve yok oluşunda da son öz onundur.
Parasız hiçbir şey olmuyor. Bütün yapımlar, imarlar, imkânlar onunla var olduğu gibi bütün izdihamlar, hüsranlar, isyanlar, sömürüler onunla hayat buluyor.
Kültür ve para belki de buraya bir çatışmaya giriyor. Birbirlerine üstünlük sağlamaya çalışıyorlar. Ancak hayatın acı gerçeği ikisi olmadan hiçbir şey olamıyor. İyi ile kötünün güzel ile çirkinin bir mücadele içinde oldukları gibi iyi ve güzel ile şahane ve mükemmelini de bir arada olduğu da gerçektir.
Kültür düzeyinin farklılığı, gelişmişliği iyi ve doğru yönde kullanılışı kuşkusuz paraya iyi niteliklerle egemen oluşta da geçerli ve daima olumlu bir yaklaşımdır. Ümit edilir ki paranın kültürün önüne geçmiş olmamasıdır.
Şurası unutulmamalıdır ki insanlar kültüre karşı kültürsüzlüğü; parasızlığa karşı da kötü emeller besleyerek parayı kullana geldiklerinden iyi gelişmeler içine girilemiyor; beklentiler hep hüsran dalgasıyla devam ediyor.
Kültür ve para iyi niyetli ve güzel bakanlar sayesinde insanlara sirayet etmelidir.


Dipnotlar:
1.Prof. Dr. Emin Bilgiç
2.Prof. Dr. Erol Güngör

Kelimeler Ruhun Aynasıdır

Türk Dilinde usta kalemler var olmuştur. Bir Peyami Sefa, Reşat Nuri, Sait Faik… Türk edebiyatının nesrinde ne ise Mehmet Akif, Karakoç, Yunus Emre… de odur.
Ruhu açığa çıkaran ve ona kendi ziyasını veren kelimeler ruhun aynasıdır. Şairler, ozanlar hep onunla var olmuşlardır. “Lambada titreyen alevi üşüten” de, “gel gör beni aşk neyledi” dedirten de kelimelerdir. Derin ufukların açılmasında manalar manasına girilmesinde ilk kapıdır. Onunla vukuf olunmanın bilgeliği, cüreti, cesareti vardır. Bilinmeli ki kalpler onun sayesinde bir başka çarpar.
Anadil gibi, sonradan görmenin soytarılığına bürünmeden kendi fevkinde ve yerinde olarak bağlı kalmak, bir yar gibi! Ve onunla asilliğine soyunmak!
Yazarlar da şairler gibi bir yapı ustasının becerikli ellerinde olduğu gibi ilmik ilmik işledikleri gibi en anlamlı cümleleri kendi hayatlarına yüklerler. Bilirler ki onunla yaşamanın unutulmaz hazzı olacaktır yeri geldiğinde öfkesi kalacaktır..
*Bunun içindir ki öfkesine yenilmeden hayatın bazen buruk bazen haz verici ve bazen de bütün can sıkıcılığına rağmen bir Sait Faik tadında yol bulabilmektir maziden atiye. Bütün hayatın garip ve bağımsız ve belki de sergüzeşt bir hayatın kıyılarında.
*Zaman gelecek size ruhunun derinliklerini bir neşter ağzıyla yer yer acıtan yer yer kanatan ve yer yer de sanatın güzelliğini kendi iç sorgusuyla sunan bir Peyami Sefa gibi sunabilmek olacaktır hayatı.
*Bir de bakmışınız günün ne kadar anlamlı olduğunun gizli sırrına vakıf olmanın dünyalarını küçük mutluluklar kadar büyük aşkların, yaşayışların mutluluklarında güzel hikâye tadında sunabilecektir bir Reşat Nuri gibi…
*Belki de Defalarca dönüp dolaştıran bir arabacının göz gözü görmez bir kar fırtınasında olduğu gibi hayatın en güçlü resimlerini bir bir müsavvirler gibi size çizdirebilecek güçlü bir kalemin hükmüne bağlayan bir Tolstoy beyninden dökülüveren kelimelerdir.
*Bu belki de size hayatı en güçlü rüyalar gibi bir hayal sarmalında uyku ile uyanıklık arasında gibi hatırlatan ve zihninizde şekiller çizdiren bir Dostoyevski’de olabilir!
*İstiklal mücadelesinin en büyük ve insana coşku kadar kahramanca fikir ve duyguları birlikte veren “korkma” diyen bir Mehmet Akif’te vatan duygusunun en ulvi düşüncelerini yaşatan bir dildir bu!
*Sanmayınız ki Türk edebiyatı yaşamıyor ve kültür emperyalizmin pençesinde kıvranıyor!...Her şeye rağmen kendi mücadelesini kendi hayatının gerçeklerini bilerek ve ayakta kalmanın cesaretini kendinde bularak karşımızda durmaktadır ve bu dilden mensur bir şiir gibi dökülen kelimelerdir.
Kelimeler, dilin en güzel muştusunu sevgiye döken bir iştiyaktır, mutluluktur, huzurdur ve gelecektir.
Kelimeler, var oluşumuzun, hayata bakışımızın en güzel tecellisi; Müslüman ve Türk olmanın; yaratılmanın en büyük haklı gururudur.
Kelimeler, hayatımızın gayesi, gayesi olduğu kadar da manasıdır. Her şey o olduğu müddetçe var o olmadan asla! Zira bilinmeli ki dili olmayanın dini de olmaz. Bu sebepten, insanların ana dili ne ise onunla var olmalılar ancak: vatanın bekasının da bir milletinin yaşama sebebine bağlı olduğu Türk dilinin yaşamasıyla mümkündür.
Bir kez daha ifade edelim kelimeler ruhun aynasıdır. Ruhun sükun bulması ve daim olması da varlığına bağlıdır.

Neden Okumalıyız?

Okumak; bilgi edinmek, o bilgiden faydalanmak; düşüncemizi geliştirmek ve yorumlama gücümüze ulaşmak için mutlaka gereklidir.
İnsanları iyi tahlil etmenin bir yolu insanları iyi takip etmek ve incelemektir. Bir insan hakkında kanaat sahibi olmanın başka bir yolu da tecrübelerden yararlanmak, okuyarak faydalı fikirler edinerek sonuca varmaktır. Bu halde de insanları anlamaya çalışabiliriz.
Okuyarak faydalı bilgilere varabiliriz. Okumanın bir sınırı olmadığı gibi; okunanla da yetinilmemeli daha fazla okumalı ve okunanlardan, okuyanlardan istifade edilmelidir.
İnsanların az okumaları veya okuma alışkanlığı edinmemeleri bazı sebeplere bağlanabilir. Okuma da bir eğitim işidir. Okullarda bu eğitim başarıya ulaşması sağlanmalı, öğrencilere okuma sevgisi aşılamalıdır. Çocukların okumalarını celbederek farklı konulara ve yazarlara yönlendirilmesi gerekir. Zihni gelişim, düşünme ve yorumlama hayatın her safhası için şarttır. Bunun için okumanın zamanı, teknikleri de okuyuculara kalmış olmakla beraber, dolayısıyla okumak için her şart ve kişilerden istifade edilmelidir. Okumanın insan üstündeki bir başka yanında da söz etmek gerekirse; iyi konuşması, yazması olmayanların bunu eğitim ve öğretimle kazanmaları mümkün olabileceğidir. Yazarlarımızdan Yavuz Bülent Bakiler: güzel konuşmayı sonradan kazandığını, doğru dürüst iki kelimeyi bir araya getiremeyen biri olduğunu bir konferansında söylemişti. İyi konuşma biranda okumanın; sürekli okumanın, sesli olarak okumanın bir eseri olmalıdır.
Okuma ile ilgili bir diğer atalette insanların problemleri ile ilgilidir. Maişet kaygısı veya eş ve çocuklar sebebiyle okumayı belki de hiç düşünmezler. İnsanlarla barışık yaşamalar, hastalık ve huzursuzluk gibi nedenlerde okumanın önündeki engellerdir. Okumayla ilgili bir diğer problemde tabulardır. Düşmanlık beslenen fikirlere karşı bazı insanlar düşünceleri sebebiyle hedef haline gelmekle kalmaz okumaları da eleştirilerden nasibini alır.
Gençlerinde aşk dumanlarıyla kafalarının karışık olmaları okumanın handikapları arasındadır. İnsanların huzurlu olmaları dışında da önemli bir görev addedip günde on sayfa kitap okumalı; okumayı bir “hiç değilse” den kurtarmalı bunu bir görev gibi kabul etmelidir. Gazete, dergi, mecmua, ilanlar, reklâmlar, vs. okuma için insanlara iyi bir fırsat olmalıdır.
Binlerce sayfalık bir kitap görüldüğünde yazarın bu kitap için çok zaman ayırdığı düşünülür. Kitap yazmak işi elbette basit değildir ama bir eserin meydana getirilmesi için her gün az da olsa bir zaman ayırabilir. Okuma işi de öyledir. Okumadan bıkanların en önemli sorunları kendini okumaya hazır hissetmemeleridir. Hâlbuki insanın boş yere öyle zaman geçiriyor ki… Boşa geçen zamanları okumakla değerlendirmek kuşkusuz insana çok şeyler verecektir.
Okumakla kelime dağarcığınız gelişir. Bilgimiz, görgümüz, kültürünüz artar; dünyaya ve insanlara bakış açımız değişir.
Okumakla; kimi zaman kelimeler damlar gönüle/ kimi zamansa gürül gürül çağlar. /ve siz /bu akan su sesiyle dinlenirsiniz..
Okuyarak dinlenmek, bilgilenmek ve mutluluğun kapılarını aralamak dileğiyle diyorum.

Osman Aytekin'den Çeşitlemeler Dizisi-1 :"Nefesimiz Gül Bahçesi"

"Nefesimiz Gül Bahçesi" isimli Osman AYTEKİN'in kaleme aldığı makale, deneme ve incelemelerin yer aldığı Çeşitlemeler dizisi olarak edebi türde ilk kitabıdır. Bu eser edebi nitelikte ve sanat yazılarını da kapsaması açısından yazarın sanatla ilgili görüşlerini de yansıtmaktadır.
Seba Yayınlarından çıkan kitap ;(158 sayfa)Nisan 2000'de yayınlanmıştır.
Kitaptaki bazı konu başlıkları:
Nefesimiz Gül bahçesi
Gül yüzlü insanlar
Niğde sokaklarında
Gazetecilik ve mizah
Ben Anadolu çocuğu
Ahmet Haşim’in şiir dünyasında bir gezinti
Anadolu notlarından bugüne
Yakup Kadri’nin söyledikleri
Memleket hikâyelerinde toplum hayatı
Mehmet Kaplan’ın Şiire yaklaşımına dair bir yazı
S.Ahmet Arvasi’de insan-varlık ve ideal nizam
Düzen Dışı bir şair
Necdet Ekici’nin hikâyeleri
Sanat Eğitimi ve yetenek
Fikret Mualla’nın çizgisi…

NEYİ YAZARSINIZ? İsimli denemeden bir bölüm:
"Böyle bir soru sorulduğunda ne demeliyiz? Karakoç üstadımızın bir sözü var:"Ne kadar yazıyorsam, o kadar mesuliyetim var."
Mesuliyetli bir iş...
Sorumluluğunuz vardır. Neleri yazacaksınız?
Haksızlıkları, yalanı-riyayı, vurgunları, utanmazları, insanları aldatanları, sömürü düzenini...
Fikirsizleri, fikire pranga vuranları, fikri çıkar olarak düşünenleri, tevil yollarına gidenleri...
Parazitleri, nokta için virgül olanları, çıkar için satılanları....
Değerlerini meta haline getirenleri, zulüm düzenine rıza gösterenleri, onun bunun kavuğunu sallayanları, Hakk... deyip haksızlık edenleri, iblisçe planlar kuranları...
Olduğu gibi görünmeyen, göründüğü gibi olmayanları, dosdoğru gitmeyenleri, zikzak çizip yamukluk yapanları, sözü sözüne, özü özüne uymayanları..."

Bir İnceleme Kitabı: "DÜNDEN BUGÜNE DERİNKUYU"

Uzun süredir çalışmaları sürdürülen "Dünden Bugüne Derinkuyu" isimli, Sanatçı-Yazar Osman AYTEKİN’in kaleme aldığı ve kapsamlı bir araştırma ve incelemenin ürünü bu kitap Elma Ofset’ten kitap çıktı.Okuyucularla buluşan Yazar Osman AYTEKİN yayınlanan kitabı için şöyle dedi:"Derinkuyu'nun tarihi ve kültürel yapısını yaptığımız araştırma ve incelemelerle irdelemeye çalıştık. Bugüne kadar çalışılmış ve bize kaynaklık edecek eserler olmadığından dolayı işimizin hayli zor olacağını biliyorduk. Bu nedenle ilçe ile ilgili yayınlanan bütün yazı ve belgelere ulaşmaya çalıştık ve bunlardan yararlandık. Milli Kütüphane başta olmak üzere Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphanesi, TBMM. Kütüphanesi, bazı il ve ilçe kütüphanelerinden, gazete ve dergilerden ayrıca ilçe sakinlerinden istifade ettik. Eksikliklerimiz mutlaka olmuştur. Bu kitap bundan sonra Derinkuyu ile ilgili araştırma yapacak olanlara inşallah bir veri olarak faydalanılır ve daha geniş bilgilere ulaşılır. Bunu umuyorum."Dünden Bugüne Derinkuyu" isimli kitabımızda; ilçenin tarihi, adı, anlamı, coğrafyası, tarihi eserleri, halk folkloru, yer adları gibi mevzular bulunmaktadır.*KİTAPLA İLGİLİ BAZI YAZARLARIN DÜŞÜNCELERİDünden Bugüne DERİNKUYU; Yazar, şair ve araştırmacı dostumuz Osman AYTEKİN’in büyük bir titizlikle hazırladığı, ‘halk bilimine’ ağırlık verdiği hacimli eseri. Derinkuyu bilindiği üzere, turizmin can damarı olarak bilinen Nevşehir İlimizin güzel ve şirin İlçesi!.. İlçe ismini, içme suyunu ‘derin kuyulardan’ sağladığı için verilmiş!..Yazarımız İlçenin tarihini, kültürünü bir bütün olarak dantel gibi işlerken; yerel ağzının özelliklerine, deyimlerine, atasözlerine, yer adlarına, geleneklerine, oyunlarına, şiir ve sanatına, nüfusuna ve sosyal gelişmişliğine özenle yer vermiş. 240 sayfa gibi hacimli bir çalışma olan bu eseri 0384 38121 30 no’lu telefondan bizzat yazarından temin edebilirsiniz. Şair-yazar Bedrettin KELEŞTİMUR*Dostum, kitabını biraz önce aldım ve baştan sona bir göz attım. Bana da imzaladığın için özellikle teşekkür ederim, sağol, Varol. Takdire layık bir adamsın, sanırım Derinkuyu için ilk eser oluyor. Eline sağlık güzel olmuş. Tabii ilerde belediyeler para ayırdığında fotoğrafları daha iyi basılmış bir prestij kitabı basılabilir. İyi günler diliyorum. Mustafa KayaAraştırmacı-yazar*Osman hocam kitabınızı aldım ve inceledim. Çok teşekkür ederim. Gerçekten çok güzel bir kitap olmuş. Derinkuyu’yu bütün özellikleri ile İncelemişsiniz. Elinize sağlık sayın hocam.Celal KORKMAZERAraştırmacı-Yazar

Dünden Bugüne Derinkuyu kitabı:İnceleme ve Araştırma Dizisi-1, 240 sh.Elma Ofset Matb.Niğde 2006

bir şir tahlili kitabı: Ozan'ın Şairliği"

OZAN’IN ŞAİRLİĞİ
Tabip şairlerimizden Dr.Ahmet Tevfik OZAN’ın şiirlerinin tahlil edildiği bu eserde ayrıca dost mektuplarına ve şiirleri ile ilgili düşüncelere yer verilmiştir.
Baskı yılı:2000

Ozan’ın Şairliği kitabın ÖNSÖZ’ünden..

Osman AYTEKİN
Son yıllarda şiirin, can çekiştirdiği; söylenir oldu fakat bir o kadar da şiir adına kitaplar çıktı. Şiir yazanların şiir okuyanlardan fazla olduğu bir dönem... Sanki şair enflasyonu yaşıyoruz. Bence burada, Şair ve Şiirini sorgulamamız gerek, belirlememiz gerek. Yani şairlerimize sahip çıkmamız gerekiyor.

Günümüzde Şair’e ve Şiir`e ne ölçüde değer veriliyor? Şayet, şair ve şiiri hak ettiği yere koymak gerekirse öncelikle bu soruya cevap aramak lazımdır. Şiir tahlilleri üzerine yayınlanan kitaplar çok az. Hatta şiirin münekkidi olduğunu söylemek dahi belki zordur; fakat, diğer edebi türlerde (meselâ roman ve hikâyede) durum böyle değildir. Bir ‘Huzur’ için yüzlerce makale yazılmıştır. Şiirde de, şiir kitabı olarak değil ama şiirler için dergi veya kitaplarda tahliller yazılmıştır. ‘Makber’, ‘Kaldırımlar’,’Sakarya’, ‘Çanakkale Şehidlerine’, ‘Süleymaniye’de Bayram Sabahı’ ve ‘Rindlerin Ölümü’ bunlardan bazılarıdır. Şiir tahlilleri üzerine kapsamlı olarak Mehmet Kaplan Hoca’nın, ‘Şiir Tahlilleri’ni görürüz. Televizyonlarda da bazen şiir proğramları veya sohbetlerinin hazırlandığını görüyoruz. Burada okunan şiirler genelde bir kaç güzel beyitten oluşuyor. Şiirlerin muhtevasına, özüne inilmiyor ve bu proğramlar sathi olarak kalıyor... Bu sanat dalında tahliller yapılabilir ve belgeseller de hazırlanabilir. Şair ve Şiir üzerine çok değişik fikirler görüyoruz. ‘Şiir’in, ‘düzyazının karşıtı’ olduğunu ifade eden şairler, ‘şiir dilinin soyut olması gerektiği’ görüşünü de ileri sürüyorlar. Herşeyden önce şiirde ses olmalıdır, şiirin mimarisi olmalıdır. Şiir’in bir dil işi olduğu gerçeği unutulmamalıdır. Şiir, her insana hitap eder, ancak şiirden herkes keyif alamaz. Şiiri herkes kendi duygularına göre yorumlar. Şairler, okuyuculara seslenirken şiirde anlatabilme sorumluluğu da taşımalıdır diye düşünüyorum. Yahya Kemal de, bu hususta şöyle der: ‘Ben istiyordum ki Türk şiiri herkesin lisanıyla yazılmış olsun. Türk’ün hançeresine uygun bir ahenk içinde kullanılmış kelimelerle bir şiir yaratılsın.’ ‘Ozan’ın Şairliği’, şiir tahlilleri olarak ilk çalışmamızdır. Bu kitapta, şair’in yayınlanmış tüm şiirlerinin genel bir değerlendirilmesi yapılmıştır. Kitap dört bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde ‘Dağlar Ardı’, ‘Kâinat Şiiristan’ isimli kitaplarından seçtiğimiz şiirler ve bazı dergilerde yayınlanan nesirli şiirleri incelenmiştir. Bu kitap ilk çalışmamız olması hasebiyle bazı eksiklerimiz olabilir. Bu sebeple okuyucularımızın hoşgörüsüne sığınıyoruz. Kitabın diğer bölümlerinde değerli yazar ve şairlerimizin, Ahmet Tevfik Ozan`ın şairliği üzerine kaleme aldıkları eleştiri yazıları ve dost mektuplarından bölümler ilave ettik. Değerlendirme ve eleştiri yazıları ile birlikte bu incelememiz şair dostumuz A. Tevfik Ozan’ın şairliği hususunda sizlere bir fikir verebileceğini umarken, Türk şiirinin irdelenmesi için kapıların aralanması gerektiğini sanıyoruz. Ozan’ın şairliği için şunları ifade etmek yerinde olacaktır; şiir diline Ozan`ın, gerektiği gibi riayet ettiği görülecektir. Şair’in, hislerini, tebliğ ve telkin metodunu da yerinde kullandığı fark edilecektir. Bununla birlikte, ‘Necip Fazıl’ı Necip Fazıl yapan, büyük ölçüde normal olarak kendi bulunması gereken yerde değil, muhatabının yanında bulunmasıdır’ (1) hükmünü unutmamak gerekir. İsmet Özel`in Necip Fazıl için vardığı bu hüküm, değişik bir yargıdır. Nitekim, Peygamberimiz (S.A.V.) müslüman şairleri himaye ve taltif etmiş, müşrik şairlere cevap vermeye, müslümanların morallerini takviye edecek şiirler yazmaya teşvik etmiştir. ‘Şiir de söz cümlesindendir. İyisi iyi bir söz gibi güzel, kötüsü de kötü bir söz gibi çirkindir.’ (2) Hadisi, şair’imizin çizgisidir.

Bu kitabın hazırlanmasında yardımlarını esirgemeyen tüm gönül dostlarımıza teşekkürler ediyorum.

(1) İslâm Sanatının Yeniden Teşekkülü. Mahmut ÇETİN, Adım Yayınları.İstanbul. (2) Kütüb-ü Sitte, C.8. Şiir Bölümü, sh. 179-205.

4 Kasım 2007 Pazar

TÜRK ROMANI - 1

Türk romanı ile ilgili tartışmaların yapıldığını görüyor ve şahit oluyoruz. Bu tartışmalar edebiyat dergilerine ve gazetelere yansırken, roman ve roman tekniği ile ilgili kitaplar yazılıyor ve bu kitapların yayınında da artış gözleniyor. Romana karşı azımsanmayacak bir ilgiden söz edebiliriz.
Romanımız, ortaya konan eserlere bakıldığında, Türk romanının bulunduğu yerin henüz iyi bir yerde veya başarılı olmadığı söylense de son yıllarda Türk romanında yayın açısından bir patlama olduğu da bir gerçektir. Hem eleştirel hem de yayın açısından Türk romanı üzerine çoğalan edebi yazılar Türk romanının iyi bir seviyede olduğu gibi bir fikri bizlere empoze etmese de en azından bu alanda önemli ölçüde ilginin var olduğu gerçeğini görmekteyiz. Aslında bu fikrimizi romancılarımız da doğrular mahiyette görüşlerini ileri sürmekte ve “romanımızın batı romanı ile boy ölçüşebileceği” gibi bir düşünce içinde oldukları görülmekte diğer yanda da “Türk romanı yoktur” gibi fikirler de ileri sürülmektedir.
Gerçekten öyle mi?
Yani Türk romanı yok mu?
Türk romanının olup olmadığı yolundaki kanaatlerimizi belirtmeden önce Türk romanının seviyesini göstermeye neden teşkil eden; romanımızın neden başarılı değil fikrine bakmamız icap ediyor.
Romanımızın başarısı ile ilgili genel olarak iki görüş mevcuttur. Birincisi, roman konusunda ilişkilerimizi batıya bağlamak… Yani roman yazımında, tekniğinde ve konusunda batının ne yaptığı, neden ve nasıl başarılı olduğu yönündeki düşüncelerdir. Daima ilk örnek gibi önümüzde bir model bulunmakta ve romanımızın başarısı veya başarısızlığı hep buna bağlanmaktadır. İkincisi ise kendi romanımız başka ülkelerin romanı örnek alınmadan kendimize göre ve kendimizi en iyi şekilde anlatabilecek romanların yazılabilmesidir gibi görüşler…
Türk romanının başarısını batı romanı ilişkilerine bağlayanların düşünceleri açıktır. Türk romanı, batı romanı etkisinde gelişmeye çalışıyor fakat bir türlü gelişemiyor, ilerleyemiyor. Türk romanı üzerine bazı romancılarımızla görüşmüştüm. Gerek bu görüşmelerde yaptığım söyleşiler ve gerekse roman üzerine yazılan eleştirilerde dikkatimizi çeken bazı düşünceleri aktarmak sanırım bu konuya biraz açıklık getirecektir. Prof. Dr. Sayın Durali Yılmaz’ın roman için: “19.yy. batı romanını yakalama şansı yoktur.” Diyor Bunu Sayın Afat Ilgaz hanıma sorduğumda olumsuz bir şekilde tepki göstererek şunları söylüyordu: “Bizim romanımızın batı romanı ile ilişkisinin ne anlamı. Biz kendi romanımızı yapmalıyız, yazmalıyız. Türk romanını ortaya koymalıyız. Bizim düşüncelerimiz, inançlarımız farklı…” Afet hanımın dediği gibi romanımız batı romanı ile kıyaslanmalıydı?
Batı romanı ebetteki göz ardı edilemez. Tekniği olsun, üslubu ve anlatımı olsun dikkate değer bulunmalıdır. Batı romanının incelenmesi bir zaruret olarak görülmelidir ama Türk romanı da kendi temelleri üzerinde gelişmelidir ve gelişmeye de devam edecektir.Önemli olan kendi insanımızı iyi bir şekilde anlatabilmektir.Kendi kaynağımıza yöneldiğimizde muhakkak en güzel romanlar ortaya çıkacaktır.
Devam edecek..

18 Ekim 2007 Perşembe

dilimiz

Duygu ve düşünceleri bir yerden başka bir yere, bir zihinden başka bir zihine aktarmanın aracı dil; dilin kaynağı ise kelimelerdir. Bir duygu ve düşünceyi sözlü veya yazılı olarak ifade etmenin aracı da cümlelerdir. Dil o kadar önemlidir ki sizin düşünmediğinizi, anlatmadığınızı başkaları bir bakıma sizin yerinize düşünür ve anlatır. Başkalarının etkili sizin yerinize etkili olabilmesi de sizin anlatma kabiliyetinize bağlıdır. Dil hususunda siz ne kadar başarısız olursanız başkaları da bir o kadar başarılı olabilirler. Bu bakımdan cümleleri iyi kurmak lazımdır. Ancak bu da yetmez cümleleri iyi kurmak kadar kelimeleri de iyi bilmek gerekir. Kelimeleri iyi bilirseniz onlara iyi anlamlar katabilirsiniz.
Dilin insan hayatiyeti açısından ne kadar önemli olduğunu sanırım hepimiz biliriz. Ama bunu daha da iyi bilenler muhakkak vardır. Derdini anlatmak isteyip de anlatamayanlar kadar haklı oldukları halde haksız duruma düşenlere de dil özürlü mü desek ve yahut ta karşı tarafın lafazanlığı nedenine mi bağlasak…!
Dilin akışı nedeniyle konuşmalar bir anlam kazansa da hızlı veya kontrolsüz konuşma nedeniyle ya hataya düşmek kaçınılmazdır. Bir de konuşma dili ile düşünme dili arasında farklılıklar olduğunu unutmamak gerekir. Çoğu yazarlar konuşmalarını yazılarına aktarmada mahirdirler. Yani yazıyı okuduğunuz da yazanın sahibi tanıyorsanız aynı konuşma üslubuna şahit olabilirsiniz. Bunu pek çok yazar rahatlıkla başarabilir. Ancak yine de konuşma dili ile yazma dilinin gayet tabii olarak farklı olabileceğini düşünüyor ve savunuyorum. Zira yazma dili konuşma diline nispetle daha edebi bir nitelik ve üslupla karşımıza çıkabilir. Yine aynı şekilde bilimsel konularda farklılıklar ortaya çıkar. Sözlü anlatım ile yazılı anlatım arasında farklılıklar da vardır. Bu farklılıklardan birisi konuşmadaki savrukluktur. Ancak yazmada bir insanın böyle bir lüksü yoktur. Eğer düşünerek konuşmayı denemek gerekirse o zaman da insanın konuşmasında bir monotonluk kadar akıcılık da ortadan kaybolur.
Yazmada ve konuşmada önemli bir husus vardır o da söylenmek istenilenin iyi bir cümle yapısıyla anlatılabilmesidir. Bu husus yazılı anlatımda kolay olabilir ancak sözlü anlatımda her insan için bunu söyleyemeyiz. Çok kitap okuyan, dikkatli, kelimelere, konuşma kurallarına açıkçası Türkçeye hassasiyeti olan veya bununu kendine ilke edinmiş kişiler, konuşma dilinde de kelimeleri seçerken dikkat ederler. Böyle davranmalarında bu ilke kadar sözlerinin etkili olmasının da mutlak bir payı vardır.
Dil bizim göz bebeğimizdir. Onu korumalıyız. Türkçe hususunda dilimizin güzelliği için hassasiyet göstermeliyiz. Diline sahip çıkmayanlar an gelir dinini de kaybedebilirler.
Dilimize anlamlı ifadeler yüklemek isteyen bizler bunun güzelliğini neden düşünemiyoruz? Kendi hayatımızda güzelliklere güzellik katmak isteyen bizler dilimize de gereken özeni göstermeli ve güzel konuşmanın yollarını aramalıyız. Unutulmamalıdır ki kelimelere yüklenilen anlamlar kadar kullanılan dilin de insanın kültürünü ifade ettiğini bilmeliyiz.